Hoca Nasreddin’e sorarlar: İnsanlar neden yazın sıcaktan, kışın soğuktan şikâyet eder? Hoca: Bahar mevsimine laf eden var mı? Her yıl olduğu gibi bu yıl da dağların davetine icabet edip, Bozkır’ın Çarşamba Çayı’ndan uzaklaşıp Torosların eteğindeki pek çok yaylayı gezme fırsatı buldum. En beğendiğim yerler arasında Gezlevi’nin yukarısındaki yaylalar vardı. Bunlar: Perşembe ve diğerleriydi. Geçen yıllar ki gibi bu yılda Perşembe yaylasının ortasından geçen çayın, kenarında çay içme fırsatımız oldu. Eski yağışların olmaması nedeniyle çiğdemler erken solmuş. Kar çiçekleri kurumaya yüz tutmuş. Karlar kendilerini tepelerin zirvesine ve kuzeye bakan yamaçlarına atmış. Sulardaki gümüş rengi berraklığı bize; “Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar” mısralarını hatırlattı.
Sabah güneşiyle ortalık mavimsi bir hal almış. Kuşların ötüşü bizlere çocukluğumuzu hatırlattı. Bu kuş ötüşlerinde önümüzde oğlaklar, biraz ileride keçiler, keçi ve oğlak sesleri, insan sesleri birbirine karışarak yaylaya göçerdik. Bu kuş sesleri o zamanda vardı. Hatta babaannem bize bu kuşların ötüşlerini dikkatle sinlerseniz şöyle öter derdi: “Süt için, yaylaya göçün.” Gerçekten bize o zaman öyle gelirdi. Şimdi dinlediğim zamanda öyle anlıyorum. Ancak şuan çevremizde bir yayla göçü yoktu. Ama biz varmış gibi hissetmeye çalıştık. Yaylanın tam ortasındaki düzlüğe uzanıp gökyüzünü seyrederken gözlerimi kapadım, geçmişe daldım. Koşup oynamaktan yorulmuştum. Hava karanlık olmadan eve girmezdik. Kapıdan içeri girerken, duvarın kenarında tencereler ve bidonlar, ocaktaki külün üstünde çaydanlık dururdu. Duvarın üstünde tahta, onun üstünde yatak ve yorganlar vardı. Bir köşede toprağın üstünde patatesler…
Altımızda kıldan dokunmuş bir çul, onun altında ladin pürleri. Yerler ıslak olduğu için bu çulları onlar aracılığıyla ıslanmaktan korunurdu. Pardı denilen kalın ağaçların arasından duman süzülerek gökyüzüne uzanırdı. Bazı şeker, çay ve ekmek yukarıdaki ağaca çakılan çiviye takılı olurdu. Ocaktaki sayacağın üstünde mutlaka bir siyah ibrik bulunurdu. Ateşin biraz sağında ileride idare denilen kandil vardı. Bu kandilin ateşi en küçük bir esintide sönecekmiş gibi sağa sola yalpalardı. En çok sevdiğim şey, babaannemin sütü kaynatırken ateş kızıllığının onun yüzüne verdiği yansıma ve duvarlarda oynaşan gölgemiz olurdu. Uzaktan gelen radyo sesleriyle köpek sesleri birbirine karışırdı. Sabahları çok erken kalkılır, sığır cinsinden olanlar, gütmeye gönderilirdi. Daha sonra davarlar gelir, sağılır, oğlaklar emzirilir ve çoban tekrar keçileri dağa götürürler di. Keçiler ilkbaharlarda yatsıdan sonra biraz daha otlatılmasına örü adı verilir, ancak yaza doğru akşamdan sonra dağa götürülür, dağda yatırılırdı. Zira daha iyi otlaması için daha uzaklara gidilirdi. Kimin kaç sığırı varsa o kadar gün gütmek zorundaydı. Bazıları sıra kendine yaklaşınca malını göndermez atlatmak isterlerdi. Ancak tüm komşular onu dışlar ve malını bir daha aralarına almazlardı. Küçükbaş hayvanlarda genelde on âdetine bir gün keşik güdülürdü. Bazı çobanlar hayvanları doygun getirirken bazıları aç getirirdi. Hatta kadınlar bazı kimseler için yarın falan kimse gidecek, hayvanlar aç kalacak derlerdi. Ve gerçekten o gün hayvanlar aç gelirdi. Normalde dağdan gelen hayvan ladin pürlerini yemezken, o birkaç kimse gittiği günler kırılmışçasına pürleri yerlerdi. Oğlaklar geç saatte saat sekiz den sonra çobana sürülürdü. Yayladan köye gidenlere köycü, köydeki insanlar onlara yaylacı derlerdi. Köydekiler işe kalanlara hadi geç kaldık yaylacılar geldi derlerdi. Yaylacılar iki- üç saatlik yoldan sonra köye gelir, bahçede işler yapar, ikindi vakti yaylaya dönülürdü. Günlük altı saat yol yürüme, çalışma, tekrar yaylada akşam vakti, davar sağma, oğlak emzirme olurdu.
-Hadi diğer yaylaları gezmeyecek misin? Sesi ile gözlerimi açtım. Ayağa kalkıp, yaşadığım yerlere baktım. Sadece birkaç taş yığınından ibaretti. Şu çardak olan yer, şu oğlak kümesinin yerini çimenler kaplamış. Sanki burada kimse yaşamamış, sanki otuz yıl önce buradaki ben değildim. Buraya sanki hiç gelip giden olmamış. Şu birkaç ev de olmasa buranın yayla olduğuna insanı inandırmak zor. Bu küçücük yer gözümüze ne kadar da büyük gelirmiş o zaman. Şimdi bu alana iki aileyi koysan hayvanlar nedeniyle anlaşamaz, ya da, ben çok güdeceğim diye kavga eder. Oysa bu küçücük yaylada otuz yedi kadar ev, herkesin eşek, sığır, davar, oğlakları vardı. Nasıl bir alçakgönüllülükmüş, Nasıl bir haline şükretme, nasıl bir yaşama sevinci, nasıl bir şevkmiş, meğerse. İşte şu ev falanın, şu ev filanın, başkasının taşı bile taşınmış başka köylere ev yapmak için. Keşke belediyeler bunları anı olsun birkaç evi sağlamlaştırıp, uzun süre kalmasını sağlasa. Zira bu tarz yayla evleri artık hiç kalmadı. Hep betonarme, villa tipi Evler var. Doğallıktan epey uzaklar.
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.