Babamız devlet memuru olduğu için gurbette büyüdük, gurbette iş hayatına atıldık, gurbette evlendik, gurbette çolaçocuğa karıştık, gurbette yaşlandık…Yani ömrümüz gurbette geçti.
Çocukluğumuzda yaz tatillerinde iki aylığına Bozkır’a gelirdik. Her karşılaştığımız bize “hoş geldiniz” der, kadınların çoğu “şapur şupur” öperek sevgilerini gösterirdi. Arkadaşlarımızla karşılaşmamız daha bir alem olurdu.
Bekeleli Ali Dayı’nın oğlu Murat ve kardeşi Mustafa, Yokacıklardan Aziz, UyarınNaci ve kardeşi Mustafa akla ilk gelen arkadaşlarımızdı.
Oynarken acıkır evlere koşardık. Tahin pekmez sürülmüş yufka ekmek sıkmalarını kapar oyuna dönerdik koşarak. Üstümüze damlata damlata yediğimiz o sıkmaların tadını hiç unutamam.
Ağustosla birlikte kış hazırlıkları yoğunlaşırdı. Haftada bir ya da iki ailenin evinde toplanılırdı. İmece ile tarhanalar kaynatılır, erişteler kesilir, kaklar yapılır, bamya, biber, domates, patlıcan, kabak kurutulup bez torbalara konur kaldırılırdı. Yağlar tuzlanıp küplere basılır, etlik yapılır dondurulur, şırahanalarda üzümler ezilir, büyük kazanlarda havalandıra havalandıra kaynatılır, pestiller, cevizli sucuklar yapılırdı. Cevizler, bademler devşirilir, karamık toplanırdı. Arılıklardaki kara kovanlardan elde edilen ballar kalaylı küçük bakır kazanlarda saklanırdı. Fasulyesi, nohutu ve kavutuyla ne güzeldi o günler…
Kadınlar hem iş yapar, hem yemek pişirir yer, hem de eğlenirdi. O vesileyle bir araya gelen çocuklar oynamaktan kudururduk.
Arkadaşlarla Çarşamba çayında balığa giderdik. Kimi serpme kimi oltayla… Salkım söğütlerin su içinde kalan köklerinin arasındaki inlerde elimizle balık yakaladığımız da olurdu. Çimmeyi de ihmal etmezdik.
Söğüt dalından kesme dizeklere sıraladığımız balıklarla kasıla kasıla yürürdük yollarda…
Birimizin evinden getirilen tavaya, başkasının getirdiği zeytinyağını koyup kızartırdık balıkları… Soğanla, yufka ekmekle yediğimiz o lezzet hiç unutulmaz.
Yetişkinliğimizde tüfeklerimizle ava giderdik. Avlanmak, cana kıymak pek hoşumuza gitmezdi. Dağ bayır gezer, soğuk pınarlardan, sarnıçlardan su içer hikayemizi paylaşırdık. Havaya attığımız taşlarla da nişancılık talimi yapardık. Barutu, saçmayı, tıpayı, kapağı, boş kapçığı alır kendimiz sıkılardık fişekleri…
Bozkır’ı çok severdik. Tatil bitip ayrılırken “son kıvrıma” kadar boynumuz ağrırdı Bozkır’ı “bir kez daha görelim” diye.
İnsanlık oradaydı, tabiat oradaydı… Birlikte üretim, iyilikte kötülükte paylaşım oradaydı.
Bozkır’a indiğimiz anda kendimizi ana kucağında gibi güvende hisseder, içimizi bir hoşluk kaplardı.
Çünkü Bozkır ”adamıyla” ünlüydü.
Çünkü Bozkır ”mertliğiyle” ünlüydü.
Çünkü Bozkır üreten ve değer yaratmasını bilen vefakar, cefakar, fedakar, gözünü budaktan esirgemeyen, “adam” üreten kutsal bir ocaktı. Bozulmamış yurttaş üreten bir Türk Ocağı...
Gazi Mustafa Kemal Atatürk diyor ki;
“Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine yüksek sahne oldu. Bu sahne yedi bin senelik bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı; o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı; onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; TÜRK oldu. Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”
Eyy Bozkırlı; bak Paşa seni tarif ediyor.
Ne mutlu sana;
Ne mutlu “Türküm” diyene!..
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.