YETER Kİ…
Beklenti ile mutluluk arasında bir orantı var. “Ters” mi “düz” mü bilmem ama, bir orantı olduğu kesin…
Otuzlu yıllarımın sonuna doğru bunu öğrendim. Öğrendikten sonra da hayatım değişti. İnsanları anlamaya gayret ettim. Nelerin onları sevindirdiğini, nelerden korktuklarını, nelere üzüldüklerini gözlemledim. “Umut”un ne kadar önemli olduğunu anladım.
Ailem de dahil, insanlardan beklentilerimi sıfıra yaklaştırdım. Öyle ki çocuklarımdan bir bardak suyu bile istememeye çalıştım. Kalktım kendim içtim, kendim yaptım, kendim ettim.
İstikametlerimi kendim belirlemeye özen gösterdim. Doğru olduğuna inandığım hedeflere doğru yürüyüşe geçtim.
Kendi kendime yeten adam olma gayretim beni daha olumlu kıldı. Geçmişe göre daha mutlu oldum. İlişkilerimi “beklenti” değil de “karşılıksız sevgi” eksenine oturttuğum için, onları sevdiğimi söylediğim veya hissettirdiğim için ve de “beni tanıdıklarına pişman etmediğim” için “çevrem” de rahatladı, güzelleşti…
İyi ki kendimden bahsetmeye “zorlanırmışım”…
Ya bir de zorlanmasaymışım ne olacaktı kim bilir, değil mi?
Şakası bir yana, kendimi teşhir edişim; söyleyeceklerime zemin olsun diyeydi…
* * *
Kırk yıl aradan sonra gördüğüm Bozkır, gülen değil ağlayan insanlardan oluşan bir yer haline gelmiş. Bilmeyen biri, Bozkır’ı eskiden paralıymış da şimdi fakirleşmiş sanır.
Eski Bozkır’da sigara içenler ya tütün sarar ya da Birinci, İkinci veya Bafra içerdi.
Çarşı ekmeği her öğün alınamazdı. Çoğu eve de ayda yılda zor girerdi. Bırak arabayı, motoru; eşeğe bile sahip olanların sayısı azdı. Televizyonu yoktu, bilgisayarı yoktu. Radyonun bile bulunduğu evler parmakla gösterilirdi. Çulu çuvalı, kilimi, bezi elle dokur; örgü kazak, çorap, içlik giyerdi. Parayla yalnızca amerikan bezi alınır ondan da don dikilirdi.
Çoğu ailenin erkekleri Aydın’a Söke’ye pamuk çapalamaya, toplamaya gider; çocuklar ve genç kadınlar hasret çekerdi.
Ama inanın bugünküler gibi yakınmaz, ağlamazlardı. Dertlerini, tasalarını, hasretlerini işten çıkarırlar, durmadan bir şeyler yaparlar, çalışırlar çalışırlardı…
Dertleri buğday olur, nohut olur, fasulye olur, pekmez olur, oğlak olur, kasaplık keçi olur; nakış olur, dikiş olur paylaşılırdı.
Kendinde olmayanla olan değiştirilince herkeste her şey olurdu.
Sonuçta dert, tasa, sıkıntı ve hasret üretime kaynak olur, üretim de Bozkırlıya “özgüven” olarak yansırdı.
Kimse kimseye el açmaz, açan da ayıplanırdı. Üretimden düşmüş gariplere yapılan yardımlarda da gizliliğe dikkat edilirdi.
Bozkırlının gözü gönlü toktu. O yokluklar, zorluklar içinde bile kendine güvenir, dimdik yürür, dimdik durur, dimdik ölür gider ama kendine acındırmak ve arkasından da olsa laf söyletmek istemezdi.
* * *
Kendi işini kendi gören Bozkırlının ürettiği “adamlar” nam salardı cihana.
Demek ki bu “adam ocağı”nı tüttürmek için Bozkırlının tekrar kendi işini kendi görür hale gelmesi lazım.
Güç Bozkırlının elinde, yüreğinde ve dilindedir.
Bozkırlı, kendi seçtiği yöneticilerden, devletin kendisine hizmet etsin diye gönderdiği idarecilerden bir şefaat beklememeli. Bozkırlının;
“Biz tekrar üretici olmak istiyoruz. Kadınımızla, kızımızla, çoluk çocuğumuzla televizyonlarda Türk milletini tembelleştirmek için yayınlanan dizileri, filmleri izlemeyeceğiz. Biz tekrar imeceyle erişte kesmek, kaklar, tarhanalar yapmak, unutulan Bozkır Pekmezini üretmek, cevizli sucuk ve pestil yapıp satmak istiyoruz” deyip, belediyeyi kaymakamlığı kendisine kooperatif, vakıf veya şirket kurması için organizasyona “memur etmesi” lazım.
Zor değil;
Ortak üretim alanlarının oluşturulması ve belli program dahilinde üreticiye sıra verilmesi mümkün.
Bozkırlı kadınların, kızların el örgüleri, göz nurları da bu vesileyle değerlendirilir.
Yeter ki üretim ve pazarlama disiplinleri oluşturulsun…
Yeter ki Bozkırlı bunu istesin ve yakarmayı, sızlanmayı bırakıp ayağa kalksın.
Yeter ki…
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.