İsmail Detseli |
50 yıl kadar önceleri kanser, ülser diye bilinen hastalıklar pek bilinmezdi. Bu hastalıklar var mıydı, yok muydu onu da bilmiyoruz, ama hastalık olarak bilinenlerin başlıca en tehlikelisi veremdi. “Yazık meremden (verem) ölüvermiş”, “ciğeri tamamen bitmiş” gibi kadınlar arasındaki konuşmaları hatırlar gibiyim.
Daha başka tatarca (karın ağrısı), kafa ağrısı, boğmaca (anjin, boğaz ağrısı) algelin (kızamık) sökkem (nezle grip) ateşlenme vardı. Ateşli hastalığın ilacı da iğne ile bir çok delik açılan gazete veya helva tenekelerinin üzerine konulan yağlı kağıtlara mavi ispirto dökülerek ateşli hastanın sırtına ve bağrına konurdu, böylece ateşi düşürülürdü.
Bunları analarımızın o bilgelikle hazır bulundurduğu bitkisel ilaçlardan ve mahir elleri ile boğazlarımızı sıvayarak tedavi ettiklerinden bilirim.
Günümüzde ise bilgili ve yetenekli doktorların çokluğu tıbbi ilaçların bolluğu, yeni araştırmaların devam etmesine rağmen bazı hastalıklara çare bulmak güç oluyor.
Kanser denen çağımızın en tehlikeli ve ölümcül hastalığı insan vücudunun çeşitli bölgelerinde varlığını hissettirip her ne kadar tıp adamlarının erken teşhis diye ısrarcı olmalarına rağmen bazen öyle sinsi yürüyor ki bir anda kendini göstermesine rağmen aslında vücudun ya gırtlağımızda ya midemizde ya akciğerimizde ya da bağırsaklarımızda ortaya çıkarak adım adım ölüme götürüyor insanları… Ortaya çıkışından sonra her ne kadar tedbir alınsa da çok bir kurtuluşu olduğunu söyleyemiyoruz.
Bunca hastalığın nedenini ben acizane fikrimle 1970’li yıllardan sonra artan ve gıdalarımıza yerleşmiş olan, bol verim için üreticilerin vazgeçilmezi haline gelen fenni gübre ve endüstriyel katkı maddelerine bağlıyorum.
Sadece gıda maddelerimizde değil temizlik ürünlerimizde, oturduğumuz halı ve kilimlerimizde, sünger dediğimiz minderlerde, kullandığımız eşyanın neredeyse tamamında bizi tehdit etmeye devam ediyor.
Bizim küçüklüğümüzde böyle şeyler yoktu. Belki sebze, meyveyi yaz ortalarına doğru geç yiyorduk, ama doğalını yiyorduk. Hayvani gübre ile besleyip at öküzlerle çift sürerek hazırladığımız tarlalarımızda yetişen gıdalar, buğdaylar sanırım günümüze göre daha az verimli idi, ama daha çok sağlıklı idi, bu kesin…
Böyle yazıların hele de pazartesi sabahında iç karartıcı geleceğini biliyorum. Gündemim olmasaydı inanın yazmazdım…
Yaklaşık bir yılı aşkındır bu kanser denen hastalıkla mücadele eden yeğenimden esinlendim.. 37 yaşlarında genç bir hanım yeğenim… Gırtlak kanseri teşhisi kondu geçen yıl… “Kadında gırtlak kanseri olur mu?” demeyin, olmuş işte. Aslında hep sigaraya bağlı genelde erkeklerde olduğunu sandığımız, bu taşlar altında kalası kanser hastalığı bir yıl içerisinde o güzel yeğenimi öyle bir duruma getirdi ki insanın yüreği dayanmaz. “Acaba bu hastalığın başlangıcında evde babanın ve kocanın da sigara içmesinin etkisi olur mu?”… Kim bilir belki…
Konya’da bu hastalığın tedavisi için Meram Tıp Fakültesi’ndeki Onkoloji Hastanesi gerek tıp adamlarımızın gayreti, gerekse siyasilerin önem vermesi, gerekse yapımında katkı yapan Konyalı zenginlerimizin bu hayırda birleşmeleri Konya ve Konyalı adına gurur verici… Çok teşekkür edilecek minnet duyulacak bir olay.
Geçen sene hastamız Ramazan Bayramı’na dört gün kala Ankara’ya sevk edildi önce… Ankara Numune’ye oradan da Onkoloji’ye sevki yapıldı. Fakirlik bir yana, iki ufak çocuğu bir de doğuştan ayaklarından sakat beyi vardı. Çile üstüne çile…
Önce gırtlağından delindi, ışın tedavisi aylarca sürdü… Gidip gelmek bir sorundu… Oralarda kış kıyamet günlerinde kalmak ayrı bir dertti…
Ardından sol böğründen delik açıldı, mama ile beslenmeye başlandı… Ne kadar beslenebiliyorsa siz düşünün. İki aya yakındır S. Ü. Meram Tıp fakültesi Onkoloji Hastanesi’nde tedavi görmekte idi… Her iki güne bir iki ünite kırmızı kan, yanında bir ünite beyaz kan verilmek suretiyle yaşama döndürmeye veya yaşatmaya çalışılıyordu.
O garibim derdi ile uğraşırken biz yakınları, mübarek Ramazan gününün de verdiği zorlukla eşimizle, dostumuzla iftardan sonra götürdüğümüz A +Rh kanı olan kardeşlerimizden temin edilen kanları tedarik etmenin zorluğunu yaşadık… Allah razı olsun verenlerden….
Ancak bir yıldır verdiği mücadeleye yenik düştü… Bütün çabalar sonuçsuz kaldı ve o genç hanım, yeğenimiz 28 Ağustos Cumartesi günü vefat etti.
İnsanın yaşamında en kıymetli varlığı sağlığıdır… Para pul, mal-mülk ikinci planda geliyor.
Bunu ancak yaşayanlar bilir… İşte bu hastalık başladığından beri hastanelerde gördüğüm onca hastalıkla mücadele eden kardeşlerime Allah hayırlı şifalar versin diyorum… Yakınlarına da peygamber sabrı versin rabbim.
Şöyle dikkatimi çeken bazı şeylerden kısaca bahsedeyim… Bu illet hastalıktan yatanların bir çoğu ayakta geziyor, bazıları yatağa bağımlı, bazılarının kemoterapi tedavisi yapılırken kullanılan ilaçların verdiği insan vücudundaki değişimler bizleri hayrete düşürüyor… Çoklarının başında saç kalmamış… Birinin yanına yaklaştım sordum “sen ayaktasın iyisin sanırım, Allah şifalar versin” dedim. Adam şöyle yüzüme baktı “ne kadar iyi görünüyorum değil mi” dedi. “Evet, bana göre öylesin bizim hasta gözümün önüne geldi de senin durumuna şükrettim” deyince “Doğru ama beni kovan gibi bir ağaç misali içeriden yedi bitirdi, bu zalim hastalık kardaşım, herkes kendi derdini bilir” dedi.
Haklıydı bize düşen ise hulusi kalp ile dua etmekti….
Allah’ım! Dertlilere deva, hastalar şifa, borçlulara edalar nasip et…
Bu mübarek Ramazan’ı Şerif hürmetine. Amin…
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.