TAHTA TEPEN DERVİŞLER
Aile kabirlerimiz Üçler mezarlığının güneyinde. Fırsat bulduğum Cuma günlerinde
Ziyaret ederim. Mezarlığa komşu Akçeşme İlkokulu önünden, Cıvıloğlu camisine uzanan yol, mahallemizin yolu. Dört kuşağa kadar araştırabildiğimiz soy ağacımıza göre,
Dedelerim aynı yerde. Pir Mehmet paşa mahallesinde yaşamışlar. Babamda bende bu sokaklarda büyüdük Evimizin aynı odasında doğduk, sünnet olduk ve aynı ilkokulda okuduk.
Sonra çoğu Konyalı gibi apartman sevdasına kapılıp, senelerin yıprattığı o bahçeli, avlulu,
İki katlı dede yadigârı kerpiç evden ayrıldık. Burası, doğup büyüdüğüm ve asla unutamayacağım çocukluk anılarımla dolu. İşte solda; Elinde çantası, fotör şapkası, tıknaz boylu, rahmetli iğneci Mustafa efendinin evi.
Aslında tapu memuru idi. Askerliğini sıhhiye olarak yaptığı için, mahallemizin iğnecisi olmuştu. O nu ne zaman evimizde görsem, kaçmaya çalışırdım. Annem babam beni zorla tutar ve iğnem yapılırdı. Mustafa efendinin evi yıpranmış, yıkılmaya yüz tutmuş, bilmem kaçıncı kiracıya hala mekânlık yapıyor. Buradan ne zaman geçsem, kalçamda iğne acısı hissederim.
Ve Cıvıloğlu Camii. Önündeki alan tabii ki top sahamız ve Cuma Meydanı.
Caminin önündeki taş çeşme çoktan yok olmuş, camiye bitişik postçu dükkânının yerinden camiye yeni bir giriş açılmış, demir camekânı ve taş çeşmenin yerine yapılan tornadan çıkmış
Mermer şadırvan, caminin tarihi ile zıtlığını haykırıyor. Camiden Ahmet Efendi hamamına uzanan, solda kadınlar pazarına bitişik sokak. Keçeciler sokağı idi.
Sağda sıra sıra keçeci dükkânları, soldaki postçuların ve hallaçların dükkanlarıda yok artık.
Önce kadınlar pazarı yıkıldı sonra keçecilerin dükkânları. Onların yerini çok katlı çirkin Beton binalar aldı. Bu binaların alt katlarında, şimdi ucuz makine halıları satan mağazalar var.
Ve camlarında (en ucuzu bizde) Yazısı ile keçecileri anımsatmaktan çok uzaklar.
Camiyi hemen geçince, büyük ve çirkin bir yeraltı otopark girişi yapılmış, keçeci dükkânlarının altı oyulmuş ve otopark olmuş. Sokağın ve dükkânların zikri çalınmış, Yerine, eksoz gazı doldurulmuş. Selçuklulardan beri yaşayan sokağın ruhu katledilmiş.
Keçecilerin dükkânları yan yana, kerpiç, tek katlı, yüksekçe, tabanları tahta döşemeli, damları yuvarlak kiremitli, loş dükkânlardı. Dükkânların önünde ve içinde,
Bir ucu duvara sabitlenmiş, sırıklara asılı sıra sıra sade renkte ya da desenli, keçe ve kepenekler görürdünüz. Sol tarafta, hemen camiye bitişik yan yana postçular vardı.
Onlarda, koyun postundan namazlık ve çobanlar için kürk yaparlardı. Onların yanında hallaçların dükkânları vardı. Kadınlar pazarının arka cephesinde, keçeciler sokağını buğday pazarı
Yoluna bağlayan dar Sokağın köşesindeki berber Osman’ın dükkânı boyunca, sıra sıra, yün boyayan iplikçilerin dükkânları vardı. Onlarda, keçecilere yün, halıcılara yün ip boyarlardı.
Bu rengârenk ipler Dükkânlarının önünde asılı olur ve sokağı süslerdi.
Hâsılı, bu sokak. Yün sokağı idi.
Keçeciler sokağı yün kokardı.
Bahar sonu yün kırkma zamanı idi. Köylüler çuvallarla sokağa yün taşır,
Keçeciler bu yünleri inceler, yünün uzun, kısalığından, renginden, dağ malı ya da ova malı olduğunu. Koyunun cinsini, ağılda büyümüş besimi, dağlarda yayılarak mı beslenmiş,
Onu anlarlar. Yünün yağından, hayvanın ne ile beslendiğini buna göre yünün zayıf ya da sağlamlığını. Yünün kırık ve kopuğundan, hayvanların dikenli ya da taşlı arazilerde yayıldıklarına kadar İnce detayları çözebilirlerdi Kısaca yünü okurlardı. Onlar, yün adamıydı.
Bütün bu yünlerden, keçe olacak vasıflardaki yünler alınır, yıkamaya gönderilir, yün yağından, kirinden, çakıldağından (yüne yapışıp setleşen koyun dışkısı) temizlenir, kokusu
Gider, dükkânların kiremitli damında kurutulur. Sonra kalınca bir tahtaya sabitlenmiş,
Demir taraktan geçirilerek yünün dolaşığı açılır. Ve.
Hallaçların görevi başlardı.
Uzunca, kalın, şimşirden yayın, bir tarafına çıkrık ta ( tahta tornası ) çekilmiş, cevizden dirsek eklenir. Bu dirsekten, yayın diğer ucuna, boğanın cinsel organından itina ile yapılmış
Sırım denilen, yay kirişi gerdirilir. Yay dirsek üzerinde yere dayanır, belli bir açı ile sol
Elle tutulur, yine şimşirden yapılmış bir tokmak ile gergin kirişe vurularak, yün,
Pamuk şekeri gibi kabartılır, Hallaçlar da Pir leri Hallac-ı Mansur gibi, Aşk ve gönül adamıydılar. Çoğu dervişti. Kirişe vurulan her darbe bir ritim ve ses oluşturur. Hallaçlarda bu ritim ve ses ile birlikte, işlerini yaparken zikrederlerdi.
Konyalıların çoğunun evlerindeki yatak yorgan ve yastıkları yündendi. Yaz aylarında bunlar sökülür, yapışıp kirlenen yünler, evlerin sille taşı döşeli avlularında havalandırılıp yıkanır, kurutulur. Mahalle aralarında dolaşarak ellerinde yayları HALLAÇ-HALLAÇ diye seslenen.
Hallaçlara bahçe avlusundaki yünler kabarttırılırdı. Hallaçlarda derviş meşrepli
Ve ‘ nazar ber kadem ‘ (bakışları ayakucunda) diler. Evlerde erkek olmamasına rağmen onlara güvenilir, haneye kabul edilirlerdi. Hanımlar onları hoş tutar, ücretlerini ve yiyeceklerini fazlaca verirler soğukluk ikram ederlerdi.
Keçecilerin dükkânları hallaçların ritim ses ve zikirle kabarttıkları yünlerle dolar.
Yün, keçeye aday olurdu…
Keçeci dükkânlarının hemen girişinde solda tahta ve camekânlı küçük bir hücre olur,
Bu hücrede duvara bitişik keçe kaplı tahta sedir, duvarda Konya deyimi ile ‘ ağzı açık ‘ denilen Kapaksız raflı dolap olurdu, onu Kur’an süslerdi… Köşede teneke bir soba olurdu Yün yanıcı olduğu için soba dükkânın içine kurulmazdı. Üzerinde bakır bir ibrik olurdu.
Keçeciler dükkânlarının önüne çömelir ibrikle abdest alırlardı. Bu nur yüzlü elleri yün boyalı ama kolları ve ayakları bembeyaz yün dedelere, abdest suyu Dökmek için mahalleli çocuklar yarışırdık. Ben hep Lütfü amcaya abdest suyu dökerdim.
Lütfü amcanın dükkânı sıranın sonundaydı.
O Şapçı oğlu keçeci Hacı Lütfü Efendiydi.
Bilge kişiliği, dervişliği, tecrübesi ile tüm Konya nın, sayıp, sevdiği bir kişi idi. Su dökme sırası ayaklarına gelince ibriği elimden alır. ASLA. Ayaklarına su döktürmezdi.
Sonra bana. Berhudar ol evladım. Âlim ol. Ehli-Salât ol. Adam ol. Diye dua ederdi.
Keçe tepileceği zaman onun dükkânına gider, bir köşeye ilişir.
Keçecilerin keçe tepmelerini izlerdim. Sabah namazı çıkışı dükkânlar besmele ile açılır,
Her esnaf dükkânının önünü süpürür Ve sular. Sabah kahveleri içildikten sonra keçe olacak yünler, keçe boyutundaki hasır üzerine Belli bir kalınlıkta yayılır, arada boşluk ve gevşeklik kalmaması için süpürge büyüklüğünde olan adına’ çubuk’ denilen, şimşirden yapılmış,
üç parmaklı, uçları Pençe gibi kıvrık alet ile Yünler itina ile yerleştirilir. Sonra değişik renklerde önceden boyatılmış yünlerle keçe Üzerine desen yapılırdı.
Her keçecinin kendisine has bir deseni vardı.
Desen keçecinin imzasıydı. Keçe toprak zeminde tepilmezdi, toz keçeye karışırdı.
Taş zeminde ise taş hasırı ezer, hasır parçalanır, bu parçalar keçeye karışır, hasırın ömrüde az olurdu. Keçe en iyi tahta zeminde tepilir. Tahta darbenin şiddetini emer, hasır ezilip yıpranmaz ve uzun ömürlü olur. Yün serimi ve nakış işleminden sonra, hasır bir uçtan yünle beraber dikkatlice ve sıkıca dürülür, birkaç yerden bağlanır.
Keçeci ustalar imece ile birbirlerinin keçelerini, sıra ile teperler. Keçe tepme işlemi dükkânın
En dibinde başlar, dört ya da beş keçeci kol kola girerek, bir ayakları yerde, bir ayakları keçede, birbirlerinden güç alarak halay teper gibi teperler keçeyi. Keçe tepilirken yuvarlanır,
Böylece başa gelinir, yön değiştirilir.
Bu işlem ne kadar sürer bilemezdim. Saatler su gibi akardı.
Keçe tepilirken sokağın sesi de başlardı. Tahta zemin üzerindeki, ritmik ayak sesleri ile yılların yıpranmasına dayanamayan tahtalarda ses verir keçeciler bu ritim ve ses eşliğinde zikrederler. Kol kola girmiş keçeciler tek beden olur.
YAA HAY… YAA HAY.
Keçe tepildikçe tempo artar.
ALLAH… ALLAH… HAY ALLAH…
ALLAH… ALLAH… HAY ALLAH…
Arada ipler sıkıştırılır ve tekrar başlanır.
LA İLAHE İLLALLAH… Zikri ile ter içinde keçe tepimi bitirildikten sonra.
En yaşlı keçeci el açar.
YA RAB.
Alın terimizi mübarek eyle.
Rızkımızı helal eyle.
Zikrimizi daim eyle. Diye dua ederdi.
Keçeler açılır kenarları kesilir. Yıkama işlemi, geceleri, Ahmet efendi hamamında olurdu.
Hamamda keçeciler asla tamamen soyunmaz, sadece gömleklerini çıkarırlar, şalvarları kalırdı. Keçelere sıcak su dökülür ve göbek taşı üzerinde keçeyi göğüsleri ile tekrar döverler,
Böylece yün birbirine iyice geçer, sıkılaşırdı. Tabii ki zikir eşliğinde.
Çevre esnafı da bazen hamamdaki bu zikre katılırdı. Böylece keçeciler sokağının Hamamı bile Zikirden nasibini alırdı.
Hâsılı. Keçeciler sokağı ritim ve zikir sokağı idi. Yün zikirle şekillenirdi.
Bunda çoğu Peygamberin ve Veli’ nin çoban oluşu, yün çorap, yün giysiler giymeleri
Keçe üstünde oturmalarının rolü vardı kepenekleri de yündendi.
Meşhur Hırka-i Saadet te deve yününden değilmiydi. Yıkanmış keçeler dürülür, sabaha kadar hamamda bırakılır, suyu süzüldükten sonra yine damda kurutulurdu.
Her işi biten keçenin satılmak için asılmasından hemen önce.
Keçenin son hakkını vermeye sıra gelirdi. Keçe dükkân içine serilir, keçeciler saf tutar,
Keçenin üzerinde vakit namazı kılınırdı.
Keçeciler alın terleri üzerine secde ederlerdi.
Bu keçecilerin keçeye son görevleri.
Keçenin ise: İlk hizmeti idi.
Her Cuma keçecileri ve Lütfü amcayı anardım. Onu görmek ve yün koklamak isterdim.
Lütfü amca her Cuma sabah namazına Hacı Fetthah mahallesindeki TAHTA TEPEN
Camisine gider, Cuma vaktine kadar camide kalır. Mahallenin veli si, Mustafa İrmikçi Efendi ile hem hal olur. Cuma vaktine kadar hafız şükrü efendi Kuran ı hatim eder. Cumadan sonra evine giderdi. Adımlarımı sıklaştırdım, cemaat camiye dolmadan sohbet etme imkânı bulabilirdim. Lütfü amca her zamanki gibi camideydi. Şükrü hoca ile sohbetteydi. Ellerini öpüp oturdum. İleri yaşlardaydı, beli bükülmüştü, yüzü ve sakalı yün gibi bembeyazdı.
Üzerinde iyice eskimiş, incelmiş, keçe hırkası vardı. Hırka kendi teptiği son keçedendi.
Gözlerimin içine baktı. Ellerimi elinin içine aldı. Elleri sıcacıktı.
— Her Cuma buraya niye gelirim bilinmi? Evladım dedi.
Biliyordum çok kere anlatmıştı, ama biliyorum desem de anlatacaktı. Sustum.
İrmikçi Mustafa Efendinin vefatından beri daha da çökmüştü. Onun özlemine dayanamıyordu.
— Bak evladım dedi. Anlatmaya başladı.
— Ben keçeciliği bırakalı otuz sene oldu. Niye bıraktın dersen.
O kahrolası alet çıktı. Demirden, elektrik motorlu, kasnaklı, keçeyi makine döğüyor,
İyide keçe oluyor amma. Zikri yok. Fikri yok. Teri yok. Sade gürültü…
Öyle keçe olurmu. Üzerine oturulurmu. .İbadet edilirmi. Tersiz, imecesiz, emeksiz zikirsiz
Keçede. Olmaz öyle şey. Bıraktım keçeciliği. Yalnız kaldım. Yün kokmaz oldu.
Keçe çapıt oldu. Aşkı ve zevki gitti.
— Burası ata yadigârı. Burası, bu Camii. Gerçek keçecilerin mekânı, yaran yeri, baba ocağı, yar kucağı. Ondan gelirim buraya.
Burası TAHTA TEPEN Dervişlerin mekânı.
Yine heyecanlanmıştı.
— Kim bu tahta tepen dervişleri bilinmi?
— Ben onları hayal meyal hatırlarım. O zamanlar çocuktum.
Onlar Mevlevi dervişlerdi, meslektaşımızdılar, keçeci derviştiler. Ammaa.
Adam gibi adamdılar. Üç yağız gençtiler. Birbirlerinden Hiç ayrılmazlardı.
Bütün gün Mevlana Dergâhında kalırlar, Mevlevi dervişler için, keçeden sikke ve hırka yaparlardı. Mevleviler de keçe ile iç içeydi. Eskiden ayna yoktu.
Ayna yerine bir demir sac iyice parlatılır, pürüzsüz ve parlak demir Ayna vazifesi görürdü. Demir; Havanın neminden, toz ve kirden etkilenip parlaklığını kaybetmesin diye
Bu demir aynalar, keçe içinde muhafaza edilirdi. Mevlevi dervişlerde ,zikirle ,tefekkürle, ibadetle ,kalp ve gönüllerini dünya sevgisinden zevk-i safa dan arındırır .Kalp ve gönül ayna olur Hakkın sırları gönül aynasına akseder , temiz yaşarlar , ve bu gönül aynasını göz zinası ,
Dil günahı, dünya hırsı karatmasın diye , ‘ Nazar ber kadem ‘olurlar, az konuşurlar, etrafla ilgilenmezler, daim zikir halinde olurlardı. Gönül aynaları paslanmasın diye,
Keçeden sikke ve hırka giyerlerdi. Sikke mezar taşına misaldir, uzuncadır, hala semazenler giyer görmüşsündür. Bu üç derviş’ nazar ber kadem ‘ oldukları için, dervişler yürürken secdeye meyletmiş mezar taşları yürüyor zannederdiniz. Onlar keçeci Mevlevi dervişlerdi.
Adlarını kimse bilmezdi.
Ammaa. Keçecilerin hasıydılar. Yünü sokaktan almazlardı. Kıştan kaybolurlar, dağ köylerinde çoban olurlar, ücret yerine Helal olsun diye yün alırlardı. Yünlerini pınar suyunda yıkarlardı. Keçeyi geceleri evlerinde teperlerdi.
— Evleri neredeydi bilinmi.
Dizini yere vurdu.
İşte. Burasıydı. Bu Caminin yeri idi. Evleri buradaydı.
İki katlı kerpiç bir evdi. İki kat arası tahtaydı. Geceleri keçeyi öyle, Aşk la, öyle zevkle ve zikrin neşesiyle teperlerdi ki evin tüm tahtaları dile gelirdi.
Ev. Dev bir kudüm olur, sokak bu kudümle şenlenir, ses olur zikir olurdu.
Tahtalar bile zikrederdi. Tüm mahalleli ev zikrediyor sanırdı.
- Ne zamana kadar.
Tekke ve zaviyeler kapatılınca, dervişler bir günde kayboldu. Nereye gittiklerini kimse bilemedi. Ev boş kaldı. Eve kimse kiracı olmadı, satın almadı. Geceleri boş evden zikir sesleri duyanlar vardı. Ev sahibi evi vakıf etti. Yerine bu cami yapıldı. Evin tahtaları taban tahtası oldu.
Caminin adı da TAHTA TEPEN CAMİSİ oldu.
— Ben her Cuma bu camiye tahta tepen dervişleri yâd etmeye gelirim.
Onların burada olduğunu biliyorum.
Ağlamaya başladı.
— Buradalar dedi. Buradalar.
— Rahmetli Mustafa Efendi görürdü onları. Sabah namazlarında safa katıldıklarını kaç kere görmüştü.
Ama ben göremedim. Kaç sabah geldim göremedim.
Bir gün. Sadece bir gün.
Safta kokularını aldım. Keçe kokusu, yün kokusu, saf temiz yün kokusu. Bu kokuyu iyi bilirim. Kokladım… Kokladım… Yanımdaydılar biliyordum.
Namazdan sonra Mustafa Efendi bana döndü, gözün aydın dedi. Beraber namaz kıldık
Keçeci dervişlerle dedi.
Lütfü amca hıçkırıklarla ağlıyordu.
Yün kokulu yün dedenin göz pınarı coşmuş, yün sakalından yün halıya damlıyordu.
— Bak evladım dedi. Hıçkırarak.
Belki bir daha görüşemeyiz. Sana bir nasihatim var. İlki… Bu camiyi ziyareti bırakma,
Fatihalar gönder keçeci dervişlere ve bu fakire… İkincisi ise.
Yünü örnek al, yün gibi ol, yün ölçüdür. İnsan kısmı da, yün gibi olacak yumuşak, sıcak, koruyucu. Aynı damardan beslenen, aynı boyda büyüyen, aynı Rab’ be inanan, karışıksız, katıksız tek Gönül tek yürek, el ele verecekler, kol kola girecekler, pınarda yıkanmış gibi tertemiz olacaklar. Aşk ateşi ile sarılıp kaynaşacak, zikirle yoğrulacaklar, birbirlerine kenetlenip, Tek vücut tek nefes olacaklar. Birlik olacaklar. Keçe gibi sımsıkı sıcacık. Sağlam. Birlik dirlik böyle olacak, asırlarca yaşayacak. Millet olacak. Devlet olacak. Dedi ve sustu.
Cemaat camiye gelmeye başlamıştı, cami doldu. Vakit geldi, Cuma namazını kıldık.
Namazdan sonra Lütfü amcanın oğlu Ali Şapçıoğlu da camideydi. Lütfü amcayı götürmek için arabası ile gelmişti. Koluna girdik arabaya bindirdik. Ben yün dedenin yüzünü gözünü öptüm. Bu onu son görüşümdü.
Keçeci Hacı lütfü Efendi.
Tahta tepen dervişleri ziyaret eden son tahta tepen dervişti.
Bu hikayeyi bizlerve ve dünyayla paylaştığı için Sayın Kemal Elitemiz'e teşekkürler.
Yazarımızın birbirinden anlamlı yazıları ve araştırmaları için
http://www.kemalelitemiz.com/
Aile kabirlerimiz Üçler mezarlığının güneyinde. Fırsat bulduğum Cuma günlerinde
Ziyaret ederim. Mezarlığa komşu Akçeşme İlkokulu önünden, Cıvıloğlu camisine uzanan yol, mahallemizin yolu. Dört kuşağa kadar araştırabildiğimiz soy ağacımıza göre,
Dedelerim aynı yerde. Pir Mehmet paşa mahallesinde yaşamışlar. Babamda bende bu sokaklarda büyüdük Evimizin aynı odasında doğduk, sünnet olduk ve aynı ilkokulda okuduk.
Sonra çoğu Konyalı gibi apartman sevdasına kapılıp, senelerin yıprattığı o bahçeli, avlulu,
İki katlı dede yadigârı kerpiç evden ayrıldık. Burası, doğup büyüdüğüm ve asla unutamayacağım çocukluk anılarımla dolu. İşte solda; Elinde çantası, fotör şapkası, tıknaz boylu, rahmetli iğneci Mustafa efendinin evi.
Aslında tapu memuru idi. Askerliğini sıhhiye olarak yaptığı için, mahallemizin iğnecisi olmuştu. O nu ne zaman evimizde görsem, kaçmaya çalışırdım. Annem babam beni zorla tutar ve iğnem yapılırdı. Mustafa efendinin evi yıpranmış, yıkılmaya yüz tutmuş, bilmem kaçıncı kiracıya hala mekânlık yapıyor. Buradan ne zaman geçsem, kalçamda iğne acısı hissederim.
Ve Cıvıloğlu Camii. Önündeki alan tabii ki top sahamız ve Cuma Meydanı.
Caminin önündeki taş çeşme çoktan yok olmuş, camiye bitişik postçu dükkânının yerinden camiye yeni bir giriş açılmış, demir camekânı ve taş çeşmenin yerine yapılan tornadan çıkmış
Mermer şadırvan, caminin tarihi ile zıtlığını haykırıyor. Camiden Ahmet Efendi hamamına uzanan, solda kadınlar pazarına bitişik sokak. Keçeciler sokağı idi.
Sağda sıra sıra keçeci dükkânları, soldaki postçuların ve hallaçların dükkanlarıda yok artık.
Önce kadınlar pazarı yıkıldı sonra keçecilerin dükkânları. Onların yerini çok katlı çirkin Beton binalar aldı. Bu binaların alt katlarında, şimdi ucuz makine halıları satan mağazalar var.
Ve camlarında (en ucuzu bizde) Yazısı ile keçecileri anımsatmaktan çok uzaklar.
Camiyi hemen geçince, büyük ve çirkin bir yeraltı otopark girişi yapılmış, keçeci dükkânlarının altı oyulmuş ve otopark olmuş. Sokağın ve dükkânların zikri çalınmış, Yerine, eksoz gazı doldurulmuş. Selçuklulardan beri yaşayan sokağın ruhu katledilmiş.
Keçecilerin dükkânları yan yana, kerpiç, tek katlı, yüksekçe, tabanları tahta döşemeli, damları yuvarlak kiremitli, loş dükkânlardı. Dükkânların önünde ve içinde,
Bir ucu duvara sabitlenmiş, sırıklara asılı sıra sıra sade renkte ya da desenli, keçe ve kepenekler görürdünüz. Sol tarafta, hemen camiye bitişik yan yana postçular vardı.
Onlarda, koyun postundan namazlık ve çobanlar için kürk yaparlardı. Onların yanında hallaçların dükkânları vardı. Kadınlar pazarının arka cephesinde, keçeciler sokağını buğday pazarı
Yoluna bağlayan dar Sokağın köşesindeki berber Osman’ın dükkânı boyunca, sıra sıra, yün boyayan iplikçilerin dükkânları vardı. Onlarda, keçecilere yün, halıcılara yün ip boyarlardı.
Bu rengârenk ipler Dükkânlarının önünde asılı olur ve sokağı süslerdi.
Hâsılı, bu sokak. Yün sokağı idi.
Keçeciler sokağı yün kokardı.
Bahar sonu yün kırkma zamanı idi. Köylüler çuvallarla sokağa yün taşır,
Keçeciler bu yünleri inceler, yünün uzun, kısalığından, renginden, dağ malı ya da ova malı olduğunu. Koyunun cinsini, ağılda büyümüş besimi, dağlarda yayılarak mı beslenmiş,
Onu anlarlar. Yünün yağından, hayvanın ne ile beslendiğini buna göre yünün zayıf ya da sağlamlığını. Yünün kırık ve kopuğundan, hayvanların dikenli ya da taşlı arazilerde yayıldıklarına kadar İnce detayları çözebilirlerdi Kısaca yünü okurlardı. Onlar, yün adamıydı.
Bütün bu yünlerden, keçe olacak vasıflardaki yünler alınır, yıkamaya gönderilir, yün yağından, kirinden, çakıldağından (yüne yapışıp setleşen koyun dışkısı) temizlenir, kokusu
Gider, dükkânların kiremitli damında kurutulur. Sonra kalınca bir tahtaya sabitlenmiş,
Demir taraktan geçirilerek yünün dolaşığı açılır. Ve.
Hallaçların görevi başlardı.
Uzunca, kalın, şimşirden yayın, bir tarafına çıkrık ta ( tahta tornası ) çekilmiş, cevizden dirsek eklenir. Bu dirsekten, yayın diğer ucuna, boğanın cinsel organından itina ile yapılmış
Sırım denilen, yay kirişi gerdirilir. Yay dirsek üzerinde yere dayanır, belli bir açı ile sol
Elle tutulur, yine şimşirden yapılmış bir tokmak ile gergin kirişe vurularak, yün,
Pamuk şekeri gibi kabartılır, Hallaçlar da Pir leri Hallac-ı Mansur gibi, Aşk ve gönül adamıydılar. Çoğu dervişti. Kirişe vurulan her darbe bir ritim ve ses oluşturur. Hallaçlarda bu ritim ve ses ile birlikte, işlerini yaparken zikrederlerdi.
Konyalıların çoğunun evlerindeki yatak yorgan ve yastıkları yündendi. Yaz aylarında bunlar sökülür, yapışıp kirlenen yünler, evlerin sille taşı döşeli avlularında havalandırılıp yıkanır, kurutulur. Mahalle aralarında dolaşarak ellerinde yayları HALLAÇ-HALLAÇ diye seslenen.
Hallaçlara bahçe avlusundaki yünler kabarttırılırdı. Hallaçlarda derviş meşrepli
Ve ‘ nazar ber kadem ‘ (bakışları ayakucunda) diler. Evlerde erkek olmamasına rağmen onlara güvenilir, haneye kabul edilirlerdi. Hanımlar onları hoş tutar, ücretlerini ve yiyeceklerini fazlaca verirler soğukluk ikram ederlerdi.
Keçecilerin dükkânları hallaçların ritim ses ve zikirle kabarttıkları yünlerle dolar.
Yün, keçeye aday olurdu…
Keçeci dükkânlarının hemen girişinde solda tahta ve camekânlı küçük bir hücre olur,
Bu hücrede duvara bitişik keçe kaplı tahta sedir, duvarda Konya deyimi ile ‘ ağzı açık ‘ denilen Kapaksız raflı dolap olurdu, onu Kur’an süslerdi… Köşede teneke bir soba olurdu Yün yanıcı olduğu için soba dükkânın içine kurulmazdı. Üzerinde bakır bir ibrik olurdu.
Keçeciler dükkânlarının önüne çömelir ibrikle abdest alırlardı. Bu nur yüzlü elleri yün boyalı ama kolları ve ayakları bembeyaz yün dedelere, abdest suyu Dökmek için mahalleli çocuklar yarışırdık. Ben hep Lütfü amcaya abdest suyu dökerdim.
Lütfü amcanın dükkânı sıranın sonundaydı.
O Şapçı oğlu keçeci Hacı Lütfü Efendiydi.
Bilge kişiliği, dervişliği, tecrübesi ile tüm Konya nın, sayıp, sevdiği bir kişi idi. Su dökme sırası ayaklarına gelince ibriği elimden alır. ASLA. Ayaklarına su döktürmezdi.
Sonra bana. Berhudar ol evladım. Âlim ol. Ehli-Salât ol. Adam ol. Diye dua ederdi.
Keçe tepileceği zaman onun dükkânına gider, bir köşeye ilişir.
Keçecilerin keçe tepmelerini izlerdim. Sabah namazı çıkışı dükkânlar besmele ile açılır,
Her esnaf dükkânının önünü süpürür Ve sular. Sabah kahveleri içildikten sonra keçe olacak yünler, keçe boyutundaki hasır üzerine Belli bir kalınlıkta yayılır, arada boşluk ve gevşeklik kalmaması için süpürge büyüklüğünde olan adına’ çubuk’ denilen, şimşirden yapılmış,
üç parmaklı, uçları Pençe gibi kıvrık alet ile Yünler itina ile yerleştirilir. Sonra değişik renklerde önceden boyatılmış yünlerle keçe Üzerine desen yapılırdı.
Her keçecinin kendisine has bir deseni vardı.
Desen keçecinin imzasıydı. Keçe toprak zeminde tepilmezdi, toz keçeye karışırdı.
Taş zeminde ise taş hasırı ezer, hasır parçalanır, bu parçalar keçeye karışır, hasırın ömrüde az olurdu. Keçe en iyi tahta zeminde tepilir. Tahta darbenin şiddetini emer, hasır ezilip yıpranmaz ve uzun ömürlü olur. Yün serimi ve nakış işleminden sonra, hasır bir uçtan yünle beraber dikkatlice ve sıkıca dürülür, birkaç yerden bağlanır.
Keçeci ustalar imece ile birbirlerinin keçelerini, sıra ile teperler. Keçe tepme işlemi dükkânın
En dibinde başlar, dört ya da beş keçeci kol kola girerek, bir ayakları yerde, bir ayakları keçede, birbirlerinden güç alarak halay teper gibi teperler keçeyi. Keçe tepilirken yuvarlanır,
Böylece başa gelinir, yön değiştirilir.
Bu işlem ne kadar sürer bilemezdim. Saatler su gibi akardı.
Keçe tepilirken sokağın sesi de başlardı. Tahta zemin üzerindeki, ritmik ayak sesleri ile yılların yıpranmasına dayanamayan tahtalarda ses verir keçeciler bu ritim ve ses eşliğinde zikrederler. Kol kola girmiş keçeciler tek beden olur.
YAA HAY… YAA HAY.
Keçe tepildikçe tempo artar.
ALLAH… ALLAH… HAY ALLAH…
ALLAH… ALLAH… HAY ALLAH…
Arada ipler sıkıştırılır ve tekrar başlanır.
LA İLAHE İLLALLAH… Zikri ile ter içinde keçe tepimi bitirildikten sonra.
En yaşlı keçeci el açar.
YA RAB.
Alın terimizi mübarek eyle.
Rızkımızı helal eyle.
Zikrimizi daim eyle. Diye dua ederdi.
Keçeler açılır kenarları kesilir. Yıkama işlemi, geceleri, Ahmet efendi hamamında olurdu.
Hamamda keçeciler asla tamamen soyunmaz, sadece gömleklerini çıkarırlar, şalvarları kalırdı. Keçelere sıcak su dökülür ve göbek taşı üzerinde keçeyi göğüsleri ile tekrar döverler,
Böylece yün birbirine iyice geçer, sıkılaşırdı. Tabii ki zikir eşliğinde.
Çevre esnafı da bazen hamamdaki bu zikre katılırdı. Böylece keçeciler sokağının Hamamı bile Zikirden nasibini alırdı.
Hâsılı. Keçeciler sokağı ritim ve zikir sokağı idi. Yün zikirle şekillenirdi.
Bunda çoğu Peygamberin ve Veli’ nin çoban oluşu, yün çorap, yün giysiler giymeleri
Keçe üstünde oturmalarının rolü vardı kepenekleri de yündendi.
Meşhur Hırka-i Saadet te deve yününden değilmiydi. Yıkanmış keçeler dürülür, sabaha kadar hamamda bırakılır, suyu süzüldükten sonra yine damda kurutulurdu.
Her işi biten keçenin satılmak için asılmasından hemen önce.
Keçenin son hakkını vermeye sıra gelirdi. Keçe dükkân içine serilir, keçeciler saf tutar,
Keçenin üzerinde vakit namazı kılınırdı.
Keçeciler alın terleri üzerine secde ederlerdi.
Bu keçecilerin keçeye son görevleri.
Keçenin ise: İlk hizmeti idi.
Her Cuma keçecileri ve Lütfü amcayı anardım. Onu görmek ve yün koklamak isterdim.
Lütfü amca her Cuma sabah namazına Hacı Fetthah mahallesindeki TAHTA TEPEN
Camisine gider, Cuma vaktine kadar camide kalır. Mahallenin veli si, Mustafa İrmikçi Efendi ile hem hal olur. Cuma vaktine kadar hafız şükrü efendi Kuran ı hatim eder. Cumadan sonra evine giderdi. Adımlarımı sıklaştırdım, cemaat camiye dolmadan sohbet etme imkânı bulabilirdim. Lütfü amca her zamanki gibi camideydi. Şükrü hoca ile sohbetteydi. Ellerini öpüp oturdum. İleri yaşlardaydı, beli bükülmüştü, yüzü ve sakalı yün gibi bembeyazdı.
Üzerinde iyice eskimiş, incelmiş, keçe hırkası vardı. Hırka kendi teptiği son keçedendi.
Gözlerimin içine baktı. Ellerimi elinin içine aldı. Elleri sıcacıktı.
— Her Cuma buraya niye gelirim bilinmi? Evladım dedi.
Biliyordum çok kere anlatmıştı, ama biliyorum desem de anlatacaktı. Sustum.
İrmikçi Mustafa Efendinin vefatından beri daha da çökmüştü. Onun özlemine dayanamıyordu.
— Bak evladım dedi. Anlatmaya başladı.
— Ben keçeciliği bırakalı otuz sene oldu. Niye bıraktın dersen.
O kahrolası alet çıktı. Demirden, elektrik motorlu, kasnaklı, keçeyi makine döğüyor,
İyide keçe oluyor amma. Zikri yok. Fikri yok. Teri yok. Sade gürültü…
Öyle keçe olurmu. Üzerine oturulurmu. .İbadet edilirmi. Tersiz, imecesiz, emeksiz zikirsiz
Keçede. Olmaz öyle şey. Bıraktım keçeciliği. Yalnız kaldım. Yün kokmaz oldu.
Keçe çapıt oldu. Aşkı ve zevki gitti.
— Burası ata yadigârı. Burası, bu Camii. Gerçek keçecilerin mekânı, yaran yeri, baba ocağı, yar kucağı. Ondan gelirim buraya.
Burası TAHTA TEPEN Dervişlerin mekânı.
Yine heyecanlanmıştı.
— Kim bu tahta tepen dervişleri bilinmi?
— Ben onları hayal meyal hatırlarım. O zamanlar çocuktum.
Onlar Mevlevi dervişlerdi, meslektaşımızdılar, keçeci derviştiler. Ammaa.
Adam gibi adamdılar. Üç yağız gençtiler. Birbirlerinden Hiç ayrılmazlardı.
Bütün gün Mevlana Dergâhında kalırlar, Mevlevi dervişler için, keçeden sikke ve hırka yaparlardı. Mevleviler de keçe ile iç içeydi. Eskiden ayna yoktu.
Ayna yerine bir demir sac iyice parlatılır, pürüzsüz ve parlak demir Ayna vazifesi görürdü. Demir; Havanın neminden, toz ve kirden etkilenip parlaklığını kaybetmesin diye
Bu demir aynalar, keçe içinde muhafaza edilirdi. Mevlevi dervişlerde ,zikirle ,tefekkürle, ibadetle ,kalp ve gönüllerini dünya sevgisinden zevk-i safa dan arındırır .Kalp ve gönül ayna olur Hakkın sırları gönül aynasına akseder , temiz yaşarlar , ve bu gönül aynasını göz zinası ,
Dil günahı, dünya hırsı karatmasın diye , ‘ Nazar ber kadem ‘olurlar, az konuşurlar, etrafla ilgilenmezler, daim zikir halinde olurlardı. Gönül aynaları paslanmasın diye,
Keçeden sikke ve hırka giyerlerdi. Sikke mezar taşına misaldir, uzuncadır, hala semazenler giyer görmüşsündür. Bu üç derviş’ nazar ber kadem ‘ oldukları için, dervişler yürürken secdeye meyletmiş mezar taşları yürüyor zannederdiniz. Onlar keçeci Mevlevi dervişlerdi.
Adlarını kimse bilmezdi.
Ammaa. Keçecilerin hasıydılar. Yünü sokaktan almazlardı. Kıştan kaybolurlar, dağ köylerinde çoban olurlar, ücret yerine Helal olsun diye yün alırlardı. Yünlerini pınar suyunda yıkarlardı. Keçeyi geceleri evlerinde teperlerdi.
— Evleri neredeydi bilinmi.
Dizini yere vurdu.
İşte. Burasıydı. Bu Caminin yeri idi. Evleri buradaydı.
İki katlı kerpiç bir evdi. İki kat arası tahtaydı. Geceleri keçeyi öyle, Aşk la, öyle zevkle ve zikrin neşesiyle teperlerdi ki evin tüm tahtaları dile gelirdi.
Ev. Dev bir kudüm olur, sokak bu kudümle şenlenir, ses olur zikir olurdu.
Tahtalar bile zikrederdi. Tüm mahalleli ev zikrediyor sanırdı.
- Ne zamana kadar.
Tekke ve zaviyeler kapatılınca, dervişler bir günde kayboldu. Nereye gittiklerini kimse bilemedi. Ev boş kaldı. Eve kimse kiracı olmadı, satın almadı. Geceleri boş evden zikir sesleri duyanlar vardı. Ev sahibi evi vakıf etti. Yerine bu cami yapıldı. Evin tahtaları taban tahtası oldu.
Caminin adı da TAHTA TEPEN CAMİSİ oldu.
— Ben her Cuma bu camiye tahta tepen dervişleri yâd etmeye gelirim.
Onların burada olduğunu biliyorum.
Ağlamaya başladı.
— Buradalar dedi. Buradalar.
— Rahmetli Mustafa Efendi görürdü onları. Sabah namazlarında safa katıldıklarını kaç kere görmüştü.
Ama ben göremedim. Kaç sabah geldim göremedim.
Bir gün. Sadece bir gün.
Safta kokularını aldım. Keçe kokusu, yün kokusu, saf temiz yün kokusu. Bu kokuyu iyi bilirim. Kokladım… Kokladım… Yanımdaydılar biliyordum.
Namazdan sonra Mustafa Efendi bana döndü, gözün aydın dedi. Beraber namaz kıldık
Keçeci dervişlerle dedi.
Lütfü amca hıçkırıklarla ağlıyordu.
Yün kokulu yün dedenin göz pınarı coşmuş, yün sakalından yün halıya damlıyordu.
— Bak evladım dedi. Hıçkırarak.
Belki bir daha görüşemeyiz. Sana bir nasihatim var. İlki… Bu camiyi ziyareti bırakma,
Fatihalar gönder keçeci dervişlere ve bu fakire… İkincisi ise.
Yünü örnek al, yün gibi ol, yün ölçüdür. İnsan kısmı da, yün gibi olacak yumuşak, sıcak, koruyucu. Aynı damardan beslenen, aynı boyda büyüyen, aynı Rab’ be inanan, karışıksız, katıksız tek Gönül tek yürek, el ele verecekler, kol kola girecekler, pınarda yıkanmış gibi tertemiz olacaklar. Aşk ateşi ile sarılıp kaynaşacak, zikirle yoğrulacaklar, birbirlerine kenetlenip, Tek vücut tek nefes olacaklar. Birlik olacaklar. Keçe gibi sımsıkı sıcacık. Sağlam. Birlik dirlik böyle olacak, asırlarca yaşayacak. Millet olacak. Devlet olacak. Dedi ve sustu.
Cemaat camiye gelmeye başlamıştı, cami doldu. Vakit geldi, Cuma namazını kıldık.
Namazdan sonra Lütfü amcanın oğlu Ali Şapçıoğlu da camideydi. Lütfü amcayı götürmek için arabası ile gelmişti. Koluna girdik arabaya bindirdik. Ben yün dedenin yüzünü gözünü öptüm. Bu onu son görüşümdü.
Keçeci Hacı lütfü Efendi.
Tahta tepen dervişleri ziyaret eden son tahta tepen dervişti.
Bu hikayeyi bizlerve ve dünyayla paylaştığı için Sayın Kemal Elitemiz'e teşekkürler.
Yazarımızın birbirinden anlamlı yazıları ve araştırmaları için
http://www.kemalelitemiz.com/
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.