İsmail Detseli |
Geçen hafta 29 Ekim tatiliyle birlikte bir fırsatını bulup yağmurunu karını, havasını, ormanını suyunu, rüzgarını, hasılı her şeyini özlemiş olduğum köyümde aldım soluğu.
Esasen buna vesile olan bir kızımız vardı, kayınbiraderimin yetim torunu: Havva…
Bu sene İmam Hatip Lisesi’ne yazdırmış dedesi… Okulu dersen bize çok yakın... Bu tatilde Perşembe öğleden sonra okuldan alıp eve getirdim, çok sevdiği köyde, dört gözle yolunu bekleyen ninesine sürpriz yaptım… Cuma günü sabahtan köye yollandık... Bu sürpriz, bizi de nineyi de, torunu da çok etkiledi, hasret giderirken ağlattı.
Bu torun, başkalarına bezemez… Nenesinin (babaanne oluyor) yanında çok kıymetli… Çünkü bu kız, daha iki yaşlarında iken annesi vefat edince, 12-13 yaşına kadar nine büyüttü… Şimdi ayrılık olunca, çok zor geldi sanırım her ikisine de.
Neyse işi tatlıya bağladık, iyi de yaptık şükür… Onları neşeli, sevinçli görmek bizleri de sevindirdi. Köyde ne yaptık, aslında ne yapmak istiyorduk? İşte bakın yaptıklarımıza...
Köye 29 Ekim Cuma günü öğleden önce vardık ve hemen hazırlanıp Cuma’ya gittim… Namazdan sonra eve döndüğümde “Ağa ne yiyelim?” diye soruyorlardı.
Tabi bu okurlarımı pek ilgilendirmez, ama ben yazayım içerisinde çok manalı konular var. Ocakta tencerede kaynamakta olan top patatesin yani haşlamanın kokusu geliyordu burnuma. Ben de çoktandır heveslenmiştim, patates, soğan, peynir karışımlı bir bazlama sıkması için… Sıkmayı yanında şöyle ısırınca ağzına bolca suyu damlayan, fenni gübresiz domates, ev ürünü taş gibi çalma yoğurdu, bazlamayı sıkamadan önce tereyağı ile yağlayıp yemeyi üzerine de koyu bir demli çayı içmeyi.
Bu güzel yemeği yerken, ta 40 yıl öncelere gitmişim… Bu düşünceler ile açılan iştahıma engel olamıyor, tamı tamına iki bazlama sıkmasını birden götürüyordum. Çok şükür bizler ağır misafir sayıldığımız kayın biraderimin evinde mönüler bana soruluyor, benim isteklerim de onlarca tuhaf karşılanıyordu.
İstediğim şeyler köylü evi için basit şeylerdi. Ama benim için ayrı bir özelliği vardı yediklerimizin. “Akşama ne yapalım?” diye soruldu. Aklıma unutulmuş yöresel bir yemek geliverdi, patates sac arası.
Siz bu yemeği hiç duydunuz mu bilmem? Bakın onu da anlatayım başlamışken. Bir miktar haşlanmış patatesin kabuğu soyulur, bir kaba patatesler incecik rendelenir, üzerine aynı miktar kadar da un ilave edilir. Az miktarda su karışımı ile beraberce hamur yapılır. Bu patates un karışımı hamurun bir miktarı tepsinin tabanına döşendikten sonra onun üzerine geçenlerde bir yazımda yazdığım teker kıymalardan biraz kıyma biraz da soğan doğranarak biraz da domates doğranıp ocakta hafifçe ısıtılıp sos yapılır, tepsiye döşenmiş olan hamur karışımın üzerine yayılır. Onun üzerine de kalan hamur, yufka gibi inceltilerek serilir. Ocakta bir sacayağın üzerine yerleştirilen tepsinin altına biraz közlü ateş, daha sonra tepsinin üzerine ters kapatılmış bir sacın üzerine biraz közlü ateş konarak pişirmeye bırakılır. Arada sırada kaşık çatal gibi bir cisimle pişip pişmediği kontrol edilir. Ayarlı fırın filan istemez. Onun altı da üstüde aynı anda pişer. Biraz soğuduktan sonra sofraya konulan patates sacaarsı, gülburnu (kuşburnu) hoşafı ile öyle bir yenir ki, lezzetine doyum olmaz.
Şimdi okurlarım demez mi… Bu kadar güzel yemek yenir de, obezlik olmaz mı diye… Olmaz efendim olamaz… Burası köy yeri, insanlar yazda da kışta da o kadar efor harcar, o kadar çalışır ki obezlik onlara yaklaşamaz bile.
İşte bu gibi güzel yemeklerden yedik havası ayrı, güneşi ayrı, yağmuru çamuru ayrı, oksijeni bol bir köy hayatı, işte yaşam bu dedik mantar aramaya dağlara çıktık.
Bir kere en önce şunu anlatayım… Bizim köyümüzün mantarları güzde de baharda da çok leziz olur ve hiç zehirli değildir. Tabi biz de zehirli olmayanlarını biraz biliriz, ki bu yılların tecrübesidir.
Bir kere ağaç diplerinde çıkanlar daima tehlikelidir. Ağacın cinsine göre ondan zehir almış olabilir. Ama kırda olanlar asla zehirli olmazlar… Olanları da olabilir… Onun da biraz bilinmesi lazım…
Bir kere mantarın iç kısmı kahverengi olacak. İçi beyaz, dışı beyaz, yüzü pütürlü, yüz rengi sarı olanlar tehlikeli olabilir. Boş arazinin ortasında çıkan mantarların zehirsiz olduğunu şöyle özetleriz: Bunlar doğal şartlarda dağda otlayan koyun ve keçilerin, sığırların bıraktığı gübrelerden beslenip sanki serada yetişmiş gibi her yer bembeyaz oluvermiş…
Onlardan topladık, dağlardaki kendi kendine yetişmiş insanların hizmetine rabbimiz tarafından sunulmuş olan alıçlardan alıç topladık. Bu doğal C vitamini deposu olan alıçların ağaçlarının arasından hem topladık, hem seçtik leziz olanlarını. Hepsinin lezzeti ayrı idi, kimi çok ekşimsi, kimi tatlımsı… Kimileri çakıl taşı gibi ufak kalmış… İsim olarak kimisi kızıl alıç, kırmızı olur… Kimisi ger alıç, iri olur rengi sarı olur.
Derken hepsinden paylarımızı aldık, getirdik… Eşe, dosta da ikram ettik, tabi bol olunca öyle olur… Çünkü dinimizde de güzellikleri paylaşmak esastır.
Toplanan bu alıçları samanlıkta samanın bir kısmı ile karıştırıp saklarsanız, kışa aynı tazelikte aynı tadı ile yemeğe hazır demektir.
Şimdi gelelim esas C vitamini deposu olan başka bir bitkiye. Kimse bu bitkiye kıymet vermez bizim oralarda, ama şehirde aktarların şifalı ot satanların başköşe ilacıdır bu bitki. Neden bahsettim bilin bakalım… Siz deyin kuşburnu biz deriz itburnu. Bazen güzel bir deyimle de hitap ederiz gülburnu diye. Aslı da bu, çünkü açıp solan gülden sonra meydana çıkan bir meyvedir… Peki, neden itburnu derseniz, onu da anlatayım… Bu bitki çok dikenli olduğundan onu dalından toplamak bir hayli beceri ister… İnsanı saçından, başından elbisesinden bir yakaladı mı kurtul kurtulabilirsen. Ellerini birkaç yerinden gözünü kaşını kanatmadan bu meyveyi toplamak zordur.
Ne var ki, bize gör onun da kolayı var… Bu işte de tecrübe konuşur. Önce hazırlamış olduğumuz büyükçe bir çadır veya sergi bezini bu meyve ağacının altına sereriz, ancak bu günleri bulmak lazım hasadı için… Yoksa dalını sever, kolay kolay düşmez yere. Etrafını dolanarak yaklaşmadan, sırıkla vurarak dalından yere indirmeye çalışırız… Sonra dalından indirdiğimiz o enerji deposu meyvelerin çöpünü, sapını temizleyip büyükçe bir tencere veya benzeri bir kaba doldurup üzerini su basacak şekilde suyla doldurduktan sonra ocağa koyar, kaynamaya bırakırız. Kaynama sonunda soğumaya bırakılan meyveleri elimizle sıkıştırmak suretiyle eritir, temiz bir tülbentten bir tepsiye süzeriz… Tepside tahin şeklinde koyulaşan pestili daha sonra kavanozlara veya temiz bir çömleğe koyup kışa hazır hoşaflık yeni adıyla kompostoluk olarak saklarız… Kışın kaşığın burnunda birazcık pestili bir tasa koyup üzerini su ile doldururuz… Azıcık da şekerle beslediğimiz bu mamul C vitamini yüklü bir güzel katık olur, ekmeğimize yemeğimize.
Daha neler neler vardı köyde şifa olacak… Güz yağmurları bol olunca ardından sıcağı gören tabiat, neler neler salmış yeryüzüne. İşte, tazecik ısırgan otu… Bol bol yolduk kaynatıp suyunu içiyoruz… Birde haşlayıp boranı yaptık, yoğurtla süsleyip iştahla yedik. Bu otun yapraklarındaki bir yakıcı madde insan vücudunda değdiği yeri yakar (dalar) ve kaşındırır. Buna rağmen sevimli bir bitkidir. Suyu ve yemeği, vücutta depolanmış iltihabı atıveriyor derler, doğrudur…
Bu hafta bize ayrılan yeri biraz aştık. Kalın sağlıcakla, bulabilirseniz bu bitkilerden şifa olması dileğiyle…
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.