Hava eksinin altında, Zemheri soğukları eski gücünde olmasa da akşamları dondurucu etkisini sürdürüyordu. Poyraz olabildiğince sert esiyor, soğuğun etkisini artırıyordu. Camlar buğulanmış dumanlar kıvrılarak bazen iyice yatarak yukarılara çıkıyordu.
Soğuk kış günleri nedense bana en sıcak aile, dost sohbetlerini hatırlatıyor. Amcaoğlunu arayıp birkaç saat sonra size gelmek istiyoruz müsaitsen dedim. O da Hay! Hay! Buyurun memnun olurum. Ben de zaten seni arayacaktım deyince, kalp kalbe karşıdır sözünün doğrulunu anladım. Soğuk hava olmasına rağmen çocuğu ve kendimizi sarıp sarmalayıp yatsı ezanından sonra yola çıktık. Küçük yerleşim yerlerinde bir birlerine varmak kolay ancak büyük şehirlerde mesafeler biraz uzun da olsa bu kadar olmalıydı, dostluk için. Hoş beşten sonra muhabbet koyulaşmaya başladı. Çocuklar ise kendince bir oyun tutturmuşlar, telaşlı telaşlı oynuyor, koşturuyor, zıplıyor, düşüyor kalkıyor çok mutlu oldukları belli oluyordu. Bizler ise ortak mazimizi, akrabalarımızı yâd ediyorduk. Zamanın hızlı geçtiğinden, bizim için ulaşılmaz gibi zannettiğimiz yaşlarda olduğumuzu konuşuyoruz. Elli yaşların aslında çok yaşlı sayılmadığından, yetmişinde ölen bir tanıdık için erken öldü tarzında muhabbetler devam ediyordu. Amcaoğlu ve hanımı birden sofrayı sermeye başladılar. Biz şaşırdık. Hayırdır, bu saatte ne sofrası falan demeye kalmadı, tepsi ortaya kondu. Tepsinin üstünde, ince, kıvamında soğuktan üşümüş bir hamur tabakası vardı. Hemen, hamurla kaplı tepsinin ortasına bir tas büyüklüğünde yer açıldı. Bunun tabi ki bir Arabaşı çorbası olduğunu hemen anladık. Bu ne sürprizdi. Gerçekten şaşırdık dedik. Zira epeydir dostlarla böyle bir şey yapmak aklımıza gelmemişti. Hafif grip etkisi olunca epey biber ve limon, biraz da deli erik ekşisi ekledik. Ağzımızdan alevler çıkıyordu, ejderha misali. Acılı çorbanın acısını artık hissetmez olmuştuk, bunda çorbanın acısına mukabil sohbetin tadının artmasıydı galiba. Aynı tasa varıp gelen kaşıklarımız gibi, aynı hatıralara götüren hayallerimiz bizi ziyadesiyle neşeli kıldı. Ortak yanımız sadece tasımız değil başka yönlerimizin de olduğunu bir kere daha anladık. Bu ortam bizi gittikçe çocukluğumuza, götürdü. Bir sofra kurulur, büyüklerimizle beraber bizde sofraya kurulurduk. Ortaya bir sulu yemek, varsa yanına bir bulgur pilavı, belki bazen ayran. En fazla üç tabak, sahan veya tas, hepsi bunlardan ibaretti. Herkesin elinde kaşıklar, yufka ekmek, Bismillah. Bazen anne ya da babamızdan şiddetli bir uyarı, yemeğin başında oyun olmaz tarzında. Ortak noktalarımız vardı, büyüklerle. Soframız, yediğimiz yemeğin yanında kaplarımız, dinlediğimiz gerçek yaşam hikâyeleri ve pek çok şey. İnsanların birbirleriyle sohbet edecek zamanları vardı. Kış günleri bu nedenle vazgeçilmez çok değerli zamanlardı. O insanların arabaları, çamaşır, bulaşık makineleri yoktu ama birbirlerine ayıracak zamanları vardı. Şimdi ise her şey var ama kimsenin kimseye ayıracak zamanı yok. Ortak olan taslarımız da yok. Herkes ayrı tabaktan yiyip, içtiğinden bu yana ne çok şeyi kaybetmişiz. Herkesin düşüncesi kendine, yaşamı kendine, ölümü, doğumu, mutluluğu kendine olmaya başladı. Gerçek şeyleri paylaşmayınca duygularımızı, sohbetlerimizi de paylaşamaz olduk. Her koyun kendi bacağından asılmaya başladı. Zor günleri, iyi günleri paylaşamıyorsak, bir domatesi, bir bardak çayı paylaşamıyorsak, bu dünya bize çok ağır gelmez mi? İşte o nedenle bireysellik arttıkça yalnızlığımız da artıyor. Yalnızlaştıkça monitörlerden medet umar olduk. Sanal sohbetlerle, bir ekrana bakıp bakıp gülmeye, konuşmaya, ağlamaya başladık. Herşey bir fişe bağlı. Çekince fişi sönen monitör gibi akrabalıklarımız ve dostluklarımız da sönüyor.
Bireysellik. Çağımızın hastalığıdır bireysellik. Kimseye tahammül edememek, kendi aklını beğenmek, narsizm tutsağı, benmerkezci bir dünya. Aynı tasa kaşık sallayamama hastalığıdır yaşanan saca.
Soğuk kış günleri nedense bana en sıcak aile, dost sohbetlerini hatırlatıyor. Amcaoğlunu arayıp birkaç saat sonra size gelmek istiyoruz müsaitsen dedim. O da Hay! Hay! Buyurun memnun olurum. Ben de zaten seni arayacaktım deyince, kalp kalbe karşıdır sözünün doğrulunu anladım. Soğuk hava olmasına rağmen çocuğu ve kendimizi sarıp sarmalayıp yatsı ezanından sonra yola çıktık. Küçük yerleşim yerlerinde bir birlerine varmak kolay ancak büyük şehirlerde mesafeler biraz uzun da olsa bu kadar olmalıydı, dostluk için. Hoş beşten sonra muhabbet koyulaşmaya başladı. Çocuklar ise kendince bir oyun tutturmuşlar, telaşlı telaşlı oynuyor, koşturuyor, zıplıyor, düşüyor kalkıyor çok mutlu oldukları belli oluyordu. Bizler ise ortak mazimizi, akrabalarımızı yâd ediyorduk. Zamanın hızlı geçtiğinden, bizim için ulaşılmaz gibi zannettiğimiz yaşlarda olduğumuzu konuşuyoruz. Elli yaşların aslında çok yaşlı sayılmadığından, yetmişinde ölen bir tanıdık için erken öldü tarzında muhabbetler devam ediyordu. Amcaoğlu ve hanımı birden sofrayı sermeye başladılar. Biz şaşırdık. Hayırdır, bu saatte ne sofrası falan demeye kalmadı, tepsi ortaya kondu. Tepsinin üstünde, ince, kıvamında soğuktan üşümüş bir hamur tabakası vardı. Hemen, hamurla kaplı tepsinin ortasına bir tas büyüklüğünde yer açıldı. Bunun tabi ki bir Arabaşı çorbası olduğunu hemen anladık. Bu ne sürprizdi. Gerçekten şaşırdık dedik. Zira epeydir dostlarla böyle bir şey yapmak aklımıza gelmemişti. Hafif grip etkisi olunca epey biber ve limon, biraz da deli erik ekşisi ekledik. Ağzımızdan alevler çıkıyordu, ejderha misali. Acılı çorbanın acısını artık hissetmez olmuştuk, bunda çorbanın acısına mukabil sohbetin tadının artmasıydı galiba. Aynı tasa varıp gelen kaşıklarımız gibi, aynı hatıralara götüren hayallerimiz bizi ziyadesiyle neşeli kıldı. Ortak yanımız sadece tasımız değil başka yönlerimizin de olduğunu bir kere daha anladık. Bu ortam bizi gittikçe çocukluğumuza, götürdü. Bir sofra kurulur, büyüklerimizle beraber bizde sofraya kurulurduk. Ortaya bir sulu yemek, varsa yanına bir bulgur pilavı, belki bazen ayran. En fazla üç tabak, sahan veya tas, hepsi bunlardan ibaretti. Herkesin elinde kaşıklar, yufka ekmek, Bismillah. Bazen anne ya da babamızdan şiddetli bir uyarı, yemeğin başında oyun olmaz tarzında. Ortak noktalarımız vardı, büyüklerle. Soframız, yediğimiz yemeğin yanında kaplarımız, dinlediğimiz gerçek yaşam hikâyeleri ve pek çok şey. İnsanların birbirleriyle sohbet edecek zamanları vardı. Kış günleri bu nedenle vazgeçilmez çok değerli zamanlardı. O insanların arabaları, çamaşır, bulaşık makineleri yoktu ama birbirlerine ayıracak zamanları vardı. Şimdi ise her şey var ama kimsenin kimseye ayıracak zamanı yok. Ortak olan taslarımız da yok. Herkes ayrı tabaktan yiyip, içtiğinden bu yana ne çok şeyi kaybetmişiz. Herkesin düşüncesi kendine, yaşamı kendine, ölümü, doğumu, mutluluğu kendine olmaya başladı. Gerçek şeyleri paylaşmayınca duygularımızı, sohbetlerimizi de paylaşamaz olduk. Her koyun kendi bacağından asılmaya başladı. Zor günleri, iyi günleri paylaşamıyorsak, bir domatesi, bir bardak çayı paylaşamıyorsak, bu dünya bize çok ağır gelmez mi? İşte o nedenle bireysellik arttıkça yalnızlığımız da artıyor. Yalnızlaştıkça monitörlerden medet umar olduk. Sanal sohbetlerle, bir ekrana bakıp bakıp gülmeye, konuşmaya, ağlamaya başladık. Herşey bir fişe bağlı. Çekince fişi sönen monitör gibi akrabalıklarımız ve dostluklarımız da sönüyor.
Bireysellik. Çağımızın hastalığıdır bireysellik. Kimseye tahammül edememek, kendi aklını beğenmek, narsizm tutsağı, benmerkezci bir dünya. Aynı tasa kaşık sallayamama hastalığıdır yaşanan saca.
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.