İyisiyle, kötüsüyle bir seçimi geride bıraktık. Kimin kazandığı sorusuna halk kimi isterse o kazandı diyebiliriz. Demokrasi bir özgürlük rejimi olduğu söyleniyor. Özgürlük deyince sınırsız özgürlük değil tabi ki. Sınırların kurallarla belirlendiği bir rejim desek de olur sanırım.
Geçmiş seçim atmosferlerine bakınca pek çok şeyin değiştiğini ama bazı alışkanlıkların devam ettiğini görmekteyiz. Partiler seslerini sadece radyodan, televizyondan, gazeteden değil, radyolar, televizyonlardan ve gazetelerden duyuruyorlar. Hatırladığım kadarıyla radyolarda sırası ile birkaç dakika liderler konuşuyorlardı. Bayram varmışçasına her partinin bayrakları ve amblemleri bütün sokakları kaplıyordu. “Cüzdana değil vicdana oy verin “vs tarzda pankartlar olurdu. Arabalar akşama kadar şarkılarla A,partisi çözüm, B partisi sana değer veriyor gibi uzar giderdi. Güçlü hoparlörler yanımızdan geçerken kulaklarımızı adeta sağır ederdi. Parti binaları gelene gidene çay, ikram eder, büyüklere sigara ikram ederlerdi. En etkili olarak da video olur, onlarında, büyük kasetleri olurdu. Söylenen vaatler hemen olacakmış gibi mutlu olurduk. Seçim olur sonra o söylenenleri hatırlayan bile olmazdı. Bazı yabancı televizyonları izleyince bizimkilerle kıyaslamaya çalışırdık. En anlamadığım nokta oradaki seçim sandıkları şeffaf olur, bizdekiler ise ağaçtan olurdu, ağaç olunca içini hep merak ederdik. Yollara saçılan bildiri kâğıtlarından gemi ve uçurtma yapardık. Rozetlerin hepsini yakamıza takar birbirimize gösterirdik. Hatta bir keresinde dedemin beğenmediği bayrağı evin damının köşelerine takmışım. Dedem oğlum onu değil şunu tak diye başka bir bayrak vermişti. Bazen kasabamızın tahsildarı, deden kime oy verecek diye bizlerden laf almaya çalışır, bize tembih edilen doğrultuda ben bilmem derdik. Bir gün bir parti lideri helikopterle yakınımızdaki bir kasabaya gelecekmiş bizde gidelim dedik. Helikopteri ilk kez orada yakından görmüştük. Helikopter bir tarlanın üstünde şöyle döndü ve tarlaya indi. O lider korumalar eşliğinde konuşacağı alana gidip oradaki halka konuştu. En aklımda kalanı; herkes çamaşırlarını derede değil evinde akan suda hatta makineye dolduracak, düğmesine basacak, dağdan gelinceye kadar onlar yıkanmış olacak demişti. Bu bizim çok hoşumuza gitmiş adeta bizim de bir çamaşır makinemiz olmuşçasına alkışlıyorduk. Geçenlerde o kasabanın içinden geçerken çeşmenin başında bir kadın çamaşırları yıkıyordu, eşime bu hatıramı anlatınca o da benim gibi çok hüzünlendi.
Şimdilerde şartlar ve imkânlar çok değişti. Liderlerin ve halkın yaklaşımı değişti. Artık insanlar güçlü hoparlörden yayılan sağır edecek tanıtım istemiyor. Caddelerin kâğıt ve bayrakla kirletilmesini şık bulmuyor. Bunların birer milli servet olduğunu boşa harcamamak gerektiğini düşünüyor. Yolların mitinglerde işgal edilip eziyet çekmenin yanlış olduğunu, kul hakkına girdiğini, daha sade, daha zararsız bir tanıtımın yapılması gerektiği konusunda hemfikir olmuş. Bir gün dolmuşta işe gidiyorum, her zamanki yerden değil de ta uzak yerleri dolaşmaya başladı. Ne oldu deyince sorma abi miting olduğu için bugün çok eziyet çektik. Zaman ve mazot kaybı, yolcu da perişan biz de dedi. Aslında ben başbakan olsam mitingleri stadyuma alırdım. Hem yollarda kimse rahatsız olmaz hem de bütün seyirci zorlanmadan sığar oraya. Bütün araçlar ve insanlar her mitingde sıkıntı çekiyor, buna bir çeki düzen verilmeli diye sözlerini sürdürdü. Söyledikleri bana çok ilginç geldi dolmuşçunun. Bende gerçekten işyerimin çok çok uzağında inmek zorunda kaldım. Akşam dönüşte hala miting bitmemiş, herkes otobüs ve dolmuş duraklarında bekleşiyor, gelen otobüs ve dolmuşlar dolu geçiyordu. Yeni kalkan bir otobüsle dönüp gelen otobüs aynı durakta duruyormuş. Ben de eve gittiğimi sanıyordum, meğer o otobüs daha yeni sefere çıkıyormuş. Herkes kızgın ve sinirli bekleşiyorlardı. Bir kaç kişi, partili bir otobüse sitem etti. Benim de evde misafir bekliyor acele etmek istiyordum. On beş dakikalık evime bir buçuk saatte dönebildim. Mitingler için stadyum nasıl olur? Diye ciddi ciddi düşünmeye başladım.
Geçmiş seçim atmosferlerine bakınca pek çok şeyin değiştiğini ama bazı alışkanlıkların devam ettiğini görmekteyiz. Partiler seslerini sadece radyodan, televizyondan, gazeteden değil, radyolar, televizyonlardan ve gazetelerden duyuruyorlar. Hatırladığım kadarıyla radyolarda sırası ile birkaç dakika liderler konuşuyorlardı. Bayram varmışçasına her partinin bayrakları ve amblemleri bütün sokakları kaplıyordu. “Cüzdana değil vicdana oy verin “vs tarzda pankartlar olurdu. Arabalar akşama kadar şarkılarla A,partisi çözüm, B partisi sana değer veriyor gibi uzar giderdi. Güçlü hoparlörler yanımızdan geçerken kulaklarımızı adeta sağır ederdi. Parti binaları gelene gidene çay, ikram eder, büyüklere sigara ikram ederlerdi. En etkili olarak da video olur, onlarında, büyük kasetleri olurdu. Söylenen vaatler hemen olacakmış gibi mutlu olurduk. Seçim olur sonra o söylenenleri hatırlayan bile olmazdı. Bazı yabancı televizyonları izleyince bizimkilerle kıyaslamaya çalışırdık. En anlamadığım nokta oradaki seçim sandıkları şeffaf olur, bizdekiler ise ağaçtan olurdu, ağaç olunca içini hep merak ederdik. Yollara saçılan bildiri kâğıtlarından gemi ve uçurtma yapardık. Rozetlerin hepsini yakamıza takar birbirimize gösterirdik. Hatta bir keresinde dedemin beğenmediği bayrağı evin damının köşelerine takmışım. Dedem oğlum onu değil şunu tak diye başka bir bayrak vermişti. Bazen kasabamızın tahsildarı, deden kime oy verecek diye bizlerden laf almaya çalışır, bize tembih edilen doğrultuda ben bilmem derdik. Bir gün bir parti lideri helikopterle yakınımızdaki bir kasabaya gelecekmiş bizde gidelim dedik. Helikopteri ilk kez orada yakından görmüştük. Helikopter bir tarlanın üstünde şöyle döndü ve tarlaya indi. O lider korumalar eşliğinde konuşacağı alana gidip oradaki halka konuştu. En aklımda kalanı; herkes çamaşırlarını derede değil evinde akan suda hatta makineye dolduracak, düğmesine basacak, dağdan gelinceye kadar onlar yıkanmış olacak demişti. Bu bizim çok hoşumuza gitmiş adeta bizim de bir çamaşır makinemiz olmuşçasına alkışlıyorduk. Geçenlerde o kasabanın içinden geçerken çeşmenin başında bir kadın çamaşırları yıkıyordu, eşime bu hatıramı anlatınca o da benim gibi çok hüzünlendi.
Şimdilerde şartlar ve imkânlar çok değişti. Liderlerin ve halkın yaklaşımı değişti. Artık insanlar güçlü hoparlörden yayılan sağır edecek tanıtım istemiyor. Caddelerin kâğıt ve bayrakla kirletilmesini şık bulmuyor. Bunların birer milli servet olduğunu boşa harcamamak gerektiğini düşünüyor. Yolların mitinglerde işgal edilip eziyet çekmenin yanlış olduğunu, kul hakkına girdiğini, daha sade, daha zararsız bir tanıtımın yapılması gerektiği konusunda hemfikir olmuş. Bir gün dolmuşta işe gidiyorum, her zamanki yerden değil de ta uzak yerleri dolaşmaya başladı. Ne oldu deyince sorma abi miting olduğu için bugün çok eziyet çektik. Zaman ve mazot kaybı, yolcu da perişan biz de dedi. Aslında ben başbakan olsam mitingleri stadyuma alırdım. Hem yollarda kimse rahatsız olmaz hem de bütün seyirci zorlanmadan sığar oraya. Bütün araçlar ve insanlar her mitingde sıkıntı çekiyor, buna bir çeki düzen verilmeli diye sözlerini sürdürdü. Söyledikleri bana çok ilginç geldi dolmuşçunun. Bende gerçekten işyerimin çok çok uzağında inmek zorunda kaldım. Akşam dönüşte hala miting bitmemiş, herkes otobüs ve dolmuş duraklarında bekleşiyor, gelen otobüs ve dolmuşlar dolu geçiyordu. Yeni kalkan bir otobüsle dönüp gelen otobüs aynı durakta duruyormuş. Ben de eve gittiğimi sanıyordum, meğer o otobüs daha yeni sefere çıkıyormuş. Herkes kızgın ve sinirli bekleşiyorlardı. Bir kaç kişi, partili bir otobüse sitem etti. Benim de evde misafir bekliyor acele etmek istiyordum. On beş dakikalık evime bir buçuk saatte dönebildim. Mitingler için stadyum nasıl olur? Diye ciddi ciddi düşünmeye başladım.
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.