Hafta içi anlaşmıştık. Mehmet BULAT komuta ve koordinasyonunda Abdullah GÜLER ve bendeniz Hüseyin DUMRU Dikilitaş yaylası ile Kuruçay yaylası arasında kalan mevkiden doğal bal aramaya… Şimdi doğal bal nasıl oluyor diye merak edenler olması ihtimaline göre izah edeyim. Arılar bahar aylarında oğul çıkarma zamanında bir şekilde kovanlarından kaçar ve dağda genelde içi çürümüş ağaç kovukları küçik in gibi yerleri kendilerine kovan belirler ve burada bal üretirler. Tabi insan unsurunun eli bile değmediği için bu ballar şekersiz ilaçsız zarsız zurtsuz.. yani organik bal oluyor.. Eee düşünün bu balın şifasını…
Bizde bu balın şifasının peşine düşmeye yeltendik bir defa.. Pazar günü saat 10:30 suları gibi çıktık Dere Kasabasından Mehmet Bulat, Yakup Çetin ve bendeniz. İki motosiklet ile sorkun ve dikilitaş yaylası… Orada bizi bekleyen Abdullah Güler abimizide Java motoru ile katıldı bize..Güzergah Kuruçay, Kayacık ve Dere yaylası arasında kalan sık ve yaşlı ormanlık arazi..
Hava sıcak. Üçümüzde oruçluyuz… Taşlı kayalı yol demeye bin şahit ister yollardan takır tukur şangır şungur eden motosikletlerimizle ilerliyoruz. Nihayetinde koordinatörümüz duuurrr! Dedi. Motosikletleri kalınca bir ağacın gölgesine yasladıktan sonra tabanvay ilerliyoruz devasa çam ağaçlarının altında… Mehmet önde Abdullah abi bizden biraz yukarıda Yakup ve ben nerdeyse ortada ve ağır miskin adımlarla ilerliyoruz. Gözümüzü altı açıp kovanlaşmış ağaç ve arı arıyor kulaklarımızı sekiz açıp arı uğultusu dinlemeye çalışıyoruz. Tabi orman kanunlarınca bu bölge her nevi sineklere tahsis edildiği içi daha çok sinek uğultusu duyuluyor. Ha birde hafiften esen rüzgâr çam yapraklarının arasından süzülürken çıkan hışırtı…
Tabi ben miskin ve Yakup az gidip uz gidemeden yorulduk. Çöktük bir ağacın gövdesine… La biz deli miyiz şu sıcakta.. Oruçlu oruçlu dağda ne dolanırız? İki deli arı kovanda isyan çıkaracakta tüm kovanı boşaltıp dağda kendilerine mekan yapacak bizde onların çiçeklerden aldıkları haraçlara el koyacağız haa.. Neyse az dinlendikten sonra ya bismillah deyip yeniden yürümeye başladık. Bir tane arı olsa ya bir çiçekte… Yok.. Arının ne kendisi ne sesi.. Nede emaresi var…Hiçbir şey yok.. Benim umut tükendi. Harç bitti yapı paydos… Çöke kaldık bir gölgeye… -Yakup benden pes diyorum Yakup’ta kendisinin de pes ettiğini ifade ediyor…
Az biraz dinlendikten sonra köye dönmeye karar verdik.. Bizi aşar arkadaş oruçlu ağızla dağda dolanmak… Bağırmaya başladık diğer arkadaşlara acaba sesimiz duyulur mu diye… Bağırıyoruz ama sesimizin yankısından başka karşılık gelmez sesimize..Ne hikmetse o esnada benim cep telefonuna bilgi mesajı geldi.. O dağda görüyoruz Türkcellin çekim gücünü… Teknolojinin nimetinden yararlanıp Mehmet’e kibarca biz sizi satıp köye dönüyoruz dedikten sonra tabi cevap bir ‘’sattınız bizi ‘’ oldu.. Ama asker aç ve yorgun.. Haklıyız. Bu iş bizi aşar..
Bizde bu balın şifasının peşine düşmeye yeltendik bir defa.. Pazar günü saat 10:30 suları gibi çıktık Dere Kasabasından Mehmet Bulat, Yakup Çetin ve bendeniz. İki motosiklet ile sorkun ve dikilitaş yaylası… Orada bizi bekleyen Abdullah Güler abimizide Java motoru ile katıldı bize..Güzergah Kuruçay, Kayacık ve Dere yaylası arasında kalan sık ve yaşlı ormanlık arazi..
Hava sıcak. Üçümüzde oruçluyuz… Taşlı kayalı yol demeye bin şahit ister yollardan takır tukur şangır şungur eden motosikletlerimizle ilerliyoruz. Nihayetinde koordinatörümüz duuurrr! Dedi. Motosikletleri kalınca bir ağacın gölgesine yasladıktan sonra tabanvay ilerliyoruz devasa çam ağaçlarının altında… Mehmet önde Abdullah abi bizden biraz yukarıda Yakup ve ben nerdeyse ortada ve ağır miskin adımlarla ilerliyoruz. Gözümüzü altı açıp kovanlaşmış ağaç ve arı arıyor kulaklarımızı sekiz açıp arı uğultusu dinlemeye çalışıyoruz. Tabi orman kanunlarınca bu bölge her nevi sineklere tahsis edildiği içi daha çok sinek uğultusu duyuluyor. Ha birde hafiften esen rüzgâr çam yapraklarının arasından süzülürken çıkan hışırtı…
Tabi ben miskin ve Yakup az gidip uz gidemeden yorulduk. Çöktük bir ağacın gövdesine… La biz deli miyiz şu sıcakta.. Oruçlu oruçlu dağda ne dolanırız? İki deli arı kovanda isyan çıkaracakta tüm kovanı boşaltıp dağda kendilerine mekan yapacak bizde onların çiçeklerden aldıkları haraçlara el koyacağız haa.. Neyse az dinlendikten sonra ya bismillah deyip yeniden yürümeye başladık. Bir tane arı olsa ya bir çiçekte… Yok.. Arının ne kendisi ne sesi.. Nede emaresi var…Hiçbir şey yok.. Benim umut tükendi. Harç bitti yapı paydos… Çöke kaldık bir gölgeye… -Yakup benden pes diyorum Yakup’ta kendisinin de pes ettiğini ifade ediyor…
Az biraz dinlendikten sonra köye dönmeye karar verdik.. Bizi aşar arkadaş oruçlu ağızla dağda dolanmak… Bağırmaya başladık diğer arkadaşlara acaba sesimiz duyulur mu diye… Bağırıyoruz ama sesimizin yankısından başka karşılık gelmez sesimize..Ne hikmetse o esnada benim cep telefonuna bilgi mesajı geldi.. O dağda görüyoruz Türkcellin çekim gücünü… Teknolojinin nimetinden yararlanıp Mehmet’e kibarca biz sizi satıp köye dönüyoruz dedikten sonra tabi cevap bir ‘’sattınız bizi ‘’ oldu.. Ama asker aç ve yorgun.. Haklıyız. Bu iş bizi aşar..
Otura kaldığımız yerden kalkıp motorsikletlerin oraya gittik. Motosikleti alıp önce Kayacık yaylasına gittik. Burası dağın sırtında bir balkon gibi duruyordu. Tabi buradan öte yol yoktu. Geriye dönüp kuruçay yaylasından Ağaçtepesine giden yola saptık.
Tamda yolun düzgünleştiği yerde Yakup şu yol daha kestirme galiba buradan gidelim mi dedi. Bende en kötü ihtimalle bu yol nereye çıkıyor onu bari öğrenirim deyip bindik bir alamete..
Yol bir yerde çatallaştı. Biz düz gittik. Yoldan pek araç geçmemiş gibi geldi bana.. Yakup emin bir ses tonuyla’’ burası ya bak ileriden kıvrılarak Kuruçaya iniyor devam et deyince bende bastım gaza..
Yolda ilerledikçe yol daha da bir kötüleşiyor, çakıllı kayalı otlu ağaçlı bir yol oluyordu. Artık geride dönemezdik. Bu yol muhakkak bir yere çıkıyordur devam edelim diyoruz… Yol da öyle bir yol ki galiba yolu yapan greyderden başka yoldan geçen tek tekerlekli araç benim çin işi motosiklet.
Git Allah git.. Ha şuradan iner ha ileriden derken 5 km yol gitmişiz.. Oda nesi yol ormana dayanıp bitiyor… Hayda… Buyur burada n yak. O yol diye yapılan kazının yorucu mesafesini bir daha kat etmek var ya….
Geriye dönüp en kestirme yola girdik.. Yani en iyi bildiğimiz yola… Yol bizi Antalya yoluna çıkardı.. Asfaltı görünce bir sevindim ki.. Sormayın…Burada biraz dinlendikten sonra ben motosikletin depo kapağını bir açtım benzin az.. Bu benzin bizi Bozkır’a götürmez. En iyisi Tınaztepe’ye gidip benzin almak. Gitmişken birde mağaraya gireriz diye niyetlendik… Saat öğle vakti…
3-5 km ileride Tınaztepe mağarasına geldik. Biletlerimiz alıp mağaraya doğru çıktık. Üç ayrı mağara girişi vardı. İlk Mağara girişinde saf saf ilk önce hangisine girelim diye aramızda konuşurken oradan bir bayan’’ ilk önce 1 numaralıya girin.. En güzeli bu mağara dedi. Bizde seni mi kıracağız ablam deyip girdik 1 numaralı mağaraya…
Biranda serinliyor ve tüyleri ürperiyor insanın.. Dışarıda bilmem kaç derece sıcaklık var içerisi sanki klima çalışıyor..
Mağarada insanların rahat ilerlemesi için yürüyüş yolları yapılmış çelik profil ve tahta köprüm gibi..Mağra tabanında ki renk ayrımı bize zamansız geldiğimiz gösteriyordu.. Taban takır takır kurumuş.. Su yok..Ama içeride bir nem var.. Tahtalar ve çelik profiller nemli.. Sabahtır kuruyan boğazımız biraz olsun rahatladı…
Mağarada ilerliyoruz. Gerçekten görülmeye değer bir tabii güzellik..Bir Bozkırlı olarak bu güne kadar gelmediğime çok pişman oldum..
Mağaratamamen aydınlatılmış Görülmesi özellikle istenen yerler fotosel yardımı ile her ziyaretçi geçişinde biranda beliriverip şaşkınlık içinde izlettiriliyor.
Taşların üzerinden süzülen sular travertenler oluşturmuş.
Çok fazla olmasa da sarkıtlar ve bir adet de dikik gördüm. Mağarada yürüyüş 1500+ mesafeden sonra devasa bir çukurda son buluyor.. Bu çukur bahar aylarında tertemiz pırıl pırıl su dolu oluyormuş.. Yol bitti geri dönüyoruz…
yolun tam ortasına balkon gibi bir şey yapmışlar.. Hem de en manzaralı yere… Ve birkaç sandalye koymuşlar ki bizim gibi miskinler yorulursa dinlensin diye… Sandalyelere ayaklarımız kösüp dinlenmeye bırakıyoruz kendimizi.
Tavanda bir anda ‘’ ney’’ sesi duyuluyor. Ne otantik bir mekân ama… Benim canım çabuk sıkılır. Çıkardım fotoğraf makinemi birkaç kare çektim.Ama hiç biri istediğim pozu vermemişti.. Ah ulen üç ayağımız getirmek vardı burada.. Fotoğraf makinesini sabitlemede bu loş ışıkta fotoğraf çekilmiyor… O esnada yerde bulunan bir köpükten tabak çarptı gözüme.. Hemen iki sandalye kapıp kendi üçayağımı yapmış oldum. Bolca kare çektik ve biraz daha ayaklarımızı sandalyeye uzatıp iyice dinlendikten sonra çıkışa doğru isteksiz adımlarla ilerliyoruz… Dışarısı yanıyor.. Mağara serin… Çıkmasak mı ne…
Mağaradan çıkıyoruz… Diğer mağaraya giriyoruz. 1 numaralı mağara zemine ilerliyordu 2 numaralı mağara da zirveye doğru çıkıyor..Yarı yolda kayalığın sırtında buluyoruz kendimizi.. balkon gibi bir yer.. Manzara yahşiii. Devam ediyoruz yürüyüşe.. Zirvede yolun bittiği yerde travertenler var.. Burası da görmeye değer.
Ogün köye döndüğümüzde iftara daha bir buçuk saat vardı… Bizim gözümüzde geçtiğimiz buzzz gibi pınarların içemediğimiz suyu vardı.. çay kenarında bir kavaklı bahçenin gölgesine attık kendimizi.. İftara yarım saat kalaya kadar uzandık çimlere.. Su sesi… Hafiften rüzgar sesini gölgelemeye çalışan üzerine yattığımız haşeratların huzursuzluğu….
Bir günüde böylece bitirmiş olduk… Bir daha ki gezi yazımda yeniden buluşmak dileği ile…
Hüseyin DUMRU
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.