Mehmet Ali Tekin 90'lı yıllarda yaşadıklarını Memleket'e anlattı.
Mülakat: Mustafa DURDU
Mehmet Ali Tekin, 1990’lı yıllarda Tevhid Dergisi ve özellikle de Selam gazetesini yayınlayan, suçsuz yere yıllarca hapiste yatan, vaktiyle İran İslam inkılâbına sempati duyan, Konyalı, İslamcı gazetecilerden. Şimdilerde daha çok İran’da yaşıyor ve büyük bir firmanın Tahran temsilcisi.
Mehmet Ali Tekin Konya’yla bağını hiç koparmamış. Bir ara İstanbul’da Konya Haber Gazetesini bile çıkaracak kadar Konya gündemini takip ediyor. Eş dostu ziyaret ve kısa süreli bir tatil için Konya’ya gelince uzun sohbetlerimiz oldu. 1970’lerde en yakın arkadaşı olan merhum Şehit Metin Yüksel ile olan hatıralarını, Fatih Akıncılarını, Selam Gazetesi etrafında gelişen olayları ve Uğur Mumcu’nun katli ile ilgili olarak haksız yere kendisine yapılan işkenceleri ve tutuklamaları, 28 Şubat sürecinde Selam Gazetesine yönelik yapılan Umut(!) Operasyonu’nun perde arkasını, şimdilerde Ergenekon ile ortaya çıkan karmaşık olayların o dönemdeki manevralarını konuştuk.
- Mehmet Ali Bey, Konya’da küçük yaşarlarda ayrıldınız ve aileniz ile birlikte İstanbul’a taşındınız. İstanbul’daki aktif yaşantınız, MTTB ve Akıncılara intisap edişiniz ve Metin Yüksel ile olan dostluğunuz hakkında biraz bilgi verir misiniz?
-Teşekkür ediyorum, Mustafa Bey. Türkiye’nin her tarafında, özellikle İstanbul’da, yurt dışında bütün Konyalı hemşerilerimizin ilgi ile takip ettiği Memleket Gazetesi’nin kıymetli okuyucularına da selam ve saygılar sunuyorum.
Bendeniz, 1955 Bozkır Kuşça doğumluyum. 1964 yılında, henüz dokuz yaşında iken ailemle birlikte Bozkır’dan İstanbul’a, Fatih’e göç ettik. Daha İHL öğrencisi iken MTTB ile tanıştım ve 1976 yılında İHL dördüncü sınıfta iken MTTP Merkez Ortaöğretim Komitesi Tiyatro Bölümünde görev aldım. Rahmetli Metin Yüksel ile ilk tanışmam da burada oldu. O da MTTB’ye gelir giderdi. Hatta bana Batman’da düzenlenecek mitingin afişini göstermiş ve kendisinin yaptığını söylemişti. Metin, yapacağımız miting ve toplantıların afişlerini bizzat çizerdi. Böyle bir yeteneği de vardı. 1977 yılında Metin bana, “Fatih Akıncılar Derneğini kuralım” diye teklifte bulundu. Ben de kabul ettim ve Derneğin Fatih Şubesini kurduk. Vakıflar Bölge Müdürlüğüne ait bir binayı da bizzat benim üzerime kiraladık. Metin başkan oldu ben de Kültür Müdürü idim.
- Bu sırada Metin Yüksel okula devam ediyor muydu?
Hayır, Metin ortaokul ikiden terk idi. Bir daha da okula gitmedi. Bütün hayatını davaya vakfetmişti.
- Sizin Metin Yüksel ile ve diğer Akıncılarla Afgan cihadına gitme niyetiniz olmuş. Sonra siz yalnız gittiniz. Ne oldu o sırada?
1978’in Aralık ayında Afganistan, SSCB tarafından işgal edilmeye başlamıştı. Biz de Akıncılar olarak Metin Yüksel dahil beş kişi ahitleştik. Niyetimiz Afganistan’daki cihada katılmaktı. Metin, 1979 Şubatında şehit edilince bu hayalimiz yıkıldı. Daha sonra Fatih Akıncılarının başkanlığına beni seçtiler.
-Metin Yüksel’in şehadeti sırasında yanında idiniz. Bu acı olay nasıl yaşandı? Onu kimler şehit etti?
23 Şubat 1979 Cuma günü Metin, ben ve birkaç arkadaş Cuma namazı için yurttan ayrılıp Fatih Camii’ne gittik. Cami avlusunda daha önce hiç görmediğimiz tipleri görünce şüphelendik. Metin “Bu insanlar daha önce buralarda görünmezdi, bugün burada bir şey yapılacak” diyerek kuşkusunu dile getirmişti. Tam o sırada Ali Bilir arkasındaki yirmi otuz kişilik bir ülkücü grup ile cami avlusuna geldi. Ali Bilir ile Metin yan yana caminin merdivenlerinden içeriye doğru giderken selamlaştılar. Biz avluda Mehmet Kınacı ve Mithat Öztürk ile birlikte kaldık. Bu esnada hiç tanımadığım biri ile omuzlaştık. Namazı kıldıktan sonra dışarı çıktık. Metin benden önce çıkmış ve avlunun ortasında tek başına gidiyordu. Onun yalnız gidişinden tedirgin oldum. Ali Bilir ve benim omuzlaştığım kişi arka taraflardan yürüyerek Metin’e “Metin dur!” diye üç defa bağırdı. Metin de elini parkasının cebinden çıkararak öne doğru uzattı ve “Gelin konuşalım!” dedi. Tam o sırada Ali Bilir ve yanındaki şahıs tabancalarını çıkararak ateş etmeye başladılar. Ben o esnada duvarın yanındaki iki büyük çınar ağacının arasına gelmiştim. Daha sonra yirmi otuz kişilik bir ülkücü grup tekbir getirmeye başladılar. O sırada kahredici bir haletiruhiye ile arkama döndüğümde İhsan Barutçu ve yanındaki birinin ellerindeki tabancaları bana çevirdiklerini gördüm. Bir sene kadar önce Vefa Lisesine arkadaşlarımızı biz götürüyorduk. Ülkücüler okuldan ayrılmışlar sadece İhsan Barutçu “Ben Akıncıyım!” diyerek okulda kalmıştı. Ben arkamı döndüğümde İhsan Barutçu ve yanındakinin tabancaları ile yüzleşince “Daha dün bizim koruyuculuğumuzda okula gidiyordun, ne oldu da bugün bizim semtimizde bize silah çekiyorsun?” dedim. İhsan da “Fatih artık sizin değil.” dedi. Bende silah yoktu. İhsan beni aradı. Daha sonra beni sürükleyip götürmeye başladılar. Tam o esnada polis “Kanun namına durun!” diyerek havaya ateş etmeye başladı. Olayın failleri kaçtı. Metin kardeşimiz yerde yatıyordu. Kanı karları kırmızıya boyamıştı. Metin’i hastaneye götürdük. Ama o çoktan şehadet şerbetini içmişti.
- Bu acı olaydan sonra ne yaptınız? Üniversite sınavına girdiniz mi? Afganistan’a gitme niyetinize ne oldu?
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini kazanmıştım. 1980 Mayısında ikinci sınıfta iken Hacı Bayram’da İranlı Muhammed Rıza ile tanıştım. İran’da İslam İnkılâbı henüz olmuştu. Fuat S., Ali T. ile birlikte Yüksekova’dan İran’a, Urumiye’ye geçtik. Kum’da Cemiyet-i İslam-ı Afganistan teşkilatı ile temasa geçtik. Fuat ile birlikte Afganistan’a, Herat’a geçtik. Burada bir Rus kuşatmasında düşüp ağır yaralandım. İran’a Meşhed’e tedavi olmak için geldim. İki ay hastanede yattım. İyileşince İmam Humeyni’nin muhafızlarının evinde dört gün kaldık. İmam’ın sohbetlerinde bulunduk. Fuat ile birlikte Türkiye’ye geri döndük. Döndükten bir hafta sonra darbe oldu. Altı ay kaçak hayatı yaşadım. İslamcı Öğrenciler Birliği Türkiye Temsilcisi ithamıyla suçlandım. Sıkıyönetim mahkemesinde yargılandım. Yedi ay tutuklu kaldım. Beraat ettim. Daha sonra üniversite sınavına tekrar girdim. Önce Erzurum Atatürk Üniversitesini sonra da Ankara Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandım. İstanbul Üniversitesi’ne yatay geçiş yaptım ve 1986’da İstanbul Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdim.
- Tevhid Dergisi ve Selam Gazetesi’ni bir grup arkadaşınızla birlikte çıkardınız. Nasıl oldu?
Süleyman Gündüz, Nureddin Şirin gibi birkaç arkadaşla birlikte 1990-1993 arasında Tevhid Dergisini çıkardık. Tam otuz altı sayı yayınladık. Tevhid Dergisi basın kartı ile o sırada devam eden Bosna Hersek savaşına gazeteci olarak gittim. Zagreb’de BM Basın Bürosu’ndan da basın kartı aldım. Müslümanski Snage’nin başkanı Halil Birzına ile görüşmeler yaptım. Bosna savaşı ile ilgili üç sayı yayınladık. 1993 yılında Hasan Kılıç’ın imtiyaz sahipliğinde, ben de hissedar ve 1995’ten sonra da sorumlu yazı işleri müdürü olarak haftalık Selam gazetesini çıkarmaya başladık. Gazetemizin ilk genel yayın yönetmeni Fatih Böhürler idi. M. Emin Kazcı ve Nureddin Şirin de bu görevlere geldi.
- Selam Gazetesini daha sonra günlük yaptınız fakat bir operasyondan sonra kapandı. Yoksa kapatıldı mı?
Selam Gazetesi’ni 1993 ile 2000 yılları arasında yayınladık. 1996 Aralık’ında günlük oldu. 1997 Kasım’ından sonra tekrar haftalık yayınlamaya başladık.
- Bu sıralarda Çeçenistan’a da bir yolculuğunuz oldu sanırım. Orada şehit Dudayev ve diğer liderlerle bir temasınız oldu mu?
1995 Haziran’ında ilk olarak Ankara temsilcimiz Talip Özçelik ile birlikte Çeçenistan’a gittik. Oraya sadece haber yapmak için gitmedik aynı zamanda para da götürdük. Aynı yılın güz mevsiminde ikinci defa gittim. Bu gidişlerimde rahmetli lider Dudayev ile görüşemedim ama Şamil Basayev ve Salman Raduyev gibi şehit olan mücahitlerle görüştüm. İkinci gidişimde Ruslar tarafından Dağıstan’da yakalandım ve hapsedildim. O sıralarda basından sorumlu Devlet Bakanı olan Ali Talip Özdemir, Rus Dış İşleri Bakanı ile bizzat görüştü. Dış İşleri Bakanı Deniz Baykal’ın ve Gazeteciler Cemiyetinin de çabaları oldu. Böylece serbest kaldım.
- 2000 yılında polis tarafından yapılan Umut Operasyonu sonucunda tutuklandınız. Neler oldu o yıllarda?
Umut Operasyonunun görünmeyen esas amacı Selam Gazetesinin yayınlarını engellemek idi. Zira o sıralarda yayınlarımızda Güneydoğu’daki faili meçhulleri, yolsuzluk yapanları, banka hortumcularını ifşa ediyorduk. Operasyonun görünen amacı ise güya Uğur Mumcu’nun katillerini kamuoyunu tatmin etmek için yakalamak idi. 28 Şubat sürecinde, Sincan’daki Kudüs Gecesi’nde yazarımız Nureddin Şirin tutuklandı. Bizlere DGM’den sürekli dava açılıyordu. Toplam otuz iki davada yargılandım. Davalarla bizim yayın çizgimizi değiştiremeyenler 2000 yılında Umut adlı bir operasyon düzenlediler. Evlerimizi ve gazeteyi bastılar. Beş kişi gözaltına alındık ve Ankara’ya götürüldük. Burada Uğur Mumcu’yu bizim öldürdüğümüzü kabul etmemiz için akıl almaz işkenceler yapıldı. Biz yapmadık dedikçe onlar “Kardeşim, sizin yapmadığınızı biliyoruz; ancak, bu iş sizin üzerinize kaldı. Gazeteciliğinize güvenmeyin. Beş gün işkenceden sonra yedinci gün çıkarız, diye düşünmeyin; burada sizi değil yedi gün, yetmiş yedi gün tutarız. Ya bizim dediğimizi kabul edersiniz ya da buradan cesediniz çıkar. Başka şansınız yok.” dediler. Elektriğe verdiler. Filistin askısı ile işkence ettiler. Su torbası ile işkence ettiler. Sonunda mecburen kabul ettik. Savcılıkta reddetmemize rağmen tutuklandık.
- Savcıya durumu anlatmadınız mı?
Savcılıkta işkence ile ifademizin alındığını söylememize, ithamı reddetmemize rağmen tutuklanarak Eskişehir Cezaevine gönderildik. Daha sonra Ankara’da Selam Gazetesine gidip gelen, hiçbir suçu olmayan on dört kişiyi daha tutukladılar. Bunların sorgusunda da Uğur Mumcu dahil 1988-1999 yılları arasında Ankara’daki bütün siyasi cinayetleri bu suçsuz insanların üzerine yıkmaya kalktılar. Yargılamalar esnasında güya Selam Tevhid Örgütü diye bir örgütün liderleri olarak Hasan Kılıç ve ben gösterildim. 12.5 yıl ceza aldık. Beş yıl yattıktan sonra 2005 yılında tahliye edildik.
- Bu operasyonda ve sorgulama ile yargılamada çelişkiler var. Onları dile getirmediniz mi?
Bu tutukluluk ve yargı sürecinde dört ana çelişkiden söz edebiliriz. Birincisi şu: İstanbul’da tutuklanan dokuz kişiden ikisi Yusuf K. ve Abdülhamit Ç.ye Uğur Mumcu’nun arabasına nasıl bomba koyduklarının tatbikatını yaptırdılar. Dönemin İç İşleri Bakanı olan Sadettin Tantan tarafından Uğur Mumcu’nun katillerinin yakalandığı şeklinde açıklama yapıldı. Yani aynı anda farklı farklı kişiler Uğur Mumcu’nun katili oldu. Bu bir çelişki idi. İkinci çelişki ise şudur: Ankara’da gözaltına alınanlar Necdet Y., Ferhan Ö. ve Rüştü A. idi. Ferhan’a nasıl bomba koyduğuna ilişkin tatbikat yaptırıldı. Televizyonlar bile yayınladı. Savcı Hamza Keleş de, Uğur Mumcu’nun katili Yusuf K. değil de Ferhan Ö. imiş diye açıklama yaptı. Üçüncü bir çelişki de şudur: Ferhan’ın polis ifadesinde, Bahriye Üçok’a da bombalı paketi gönderdiğini zorla kabul ettirdiler. Yargılamada Ferhan’ın el yazısı örneği alınarak adli tıpa gönderildi. Gelen raporda Ferhan’ın el yazısı ile Bahriye Üçok’a gönderilen bombalı paketteki el yazısının aynı olmadığı belirtildi. Buna rağmen Yargıtay cinayeti Ferhan işledi diye onadı. Diğer bir çelişki ise şudur: Yine Ferhan Ö.nün polisteki ifadesinde Muammer Aksoy’u da susturuculu silahla tek kurşunla öldürdüğü şeklinde zorla ifadesini aldılar. Silahı da falan yere attığını söylettiler. Böylece cinayet ile silahın bulunması arasında yedi sekiz yıl fark oldu. Mahkeme safhasında ise Muammer Aksoy’un oğlu yargıçlara: “Bu çocuk yalan söylüyor. Babam öldürüldüğünde ben evde idim ve üç el silah sesi duydum. Aşağıya indiğimde jandarma iki kovan bulmuştu. Bu konuda ifade de verdim.” dedi. Buna rağmen Muammer Aksoy cinayeti de Ferhan’ın üstüne kaldı. İşte bu açık çelişkilere rağmen bu cezaları Yargıtay onadı. Ferhan Ö. hâlâ cezaevinde. Bu adaletsizlik, bu zulüm ne zaman bitecek, bekliyoruz.
Teşekkür ediyorum. [Kaynak:Memleket.Com.TR]
Mehmet Ali Tekin, 1990’lı yıllarda Tevhid Dergisi ve özellikle de Selam gazetesini yayınlayan, suçsuz yere yıllarca hapiste yatan, vaktiyle İran İslam inkılâbına sempati duyan, Konyalı, İslamcı gazetecilerden. Şimdilerde daha çok İran’da yaşıyor ve büyük bir firmanın Tahran temsilcisi.
Mehmet Ali Tekin Konya’yla bağını hiç koparmamış. Bir ara İstanbul’da Konya Haber Gazetesini bile çıkaracak kadar Konya gündemini takip ediyor. Eş dostu ziyaret ve kısa süreli bir tatil için Konya’ya gelince uzun sohbetlerimiz oldu. 1970’lerde en yakın arkadaşı olan merhum Şehit Metin Yüksel ile olan hatıralarını, Fatih Akıncılarını, Selam Gazetesi etrafında gelişen olayları ve Uğur Mumcu’nun katli ile ilgili olarak haksız yere kendisine yapılan işkenceleri ve tutuklamaları, 28 Şubat sürecinde Selam Gazetesine yönelik yapılan Umut(!) Operasyonu’nun perde arkasını, şimdilerde Ergenekon ile ortaya çıkan karmaşık olayların o dönemdeki manevralarını konuştuk.
- Mehmet Ali Bey, Konya’da küçük yaşarlarda ayrıldınız ve aileniz ile birlikte İstanbul’a taşındınız. İstanbul’daki aktif yaşantınız, MTTB ve Akıncılara intisap edişiniz ve Metin Yüksel ile olan dostluğunuz hakkında biraz bilgi verir misiniz?
-Teşekkür ediyorum, Mustafa Bey. Türkiye’nin her tarafında, özellikle İstanbul’da, yurt dışında bütün Konyalı hemşerilerimizin ilgi ile takip ettiği Memleket Gazetesi’nin kıymetli okuyucularına da selam ve saygılar sunuyorum.
Bendeniz, 1955 Bozkır Kuşça doğumluyum. 1964 yılında, henüz dokuz yaşında iken ailemle birlikte Bozkır’dan İstanbul’a, Fatih’e göç ettik. Daha İHL öğrencisi iken MTTB ile tanıştım ve 1976 yılında İHL dördüncü sınıfta iken MTTP Merkez Ortaöğretim Komitesi Tiyatro Bölümünde görev aldım. Rahmetli Metin Yüksel ile ilk tanışmam da burada oldu. O da MTTB’ye gelir giderdi. Hatta bana Batman’da düzenlenecek mitingin afişini göstermiş ve kendisinin yaptığını söylemişti. Metin, yapacağımız miting ve toplantıların afişlerini bizzat çizerdi. Böyle bir yeteneği de vardı. 1977 yılında Metin bana, “Fatih Akıncılar Derneğini kuralım” diye teklifte bulundu. Ben de kabul ettim ve Derneğin Fatih Şubesini kurduk. Vakıflar Bölge Müdürlüğüne ait bir binayı da bizzat benim üzerime kiraladık. Metin başkan oldu ben de Kültür Müdürü idim.
- Bu sırada Metin Yüksel okula devam ediyor muydu?
Hayır, Metin ortaokul ikiden terk idi. Bir daha da okula gitmedi. Bütün hayatını davaya vakfetmişti.
- Sizin Metin Yüksel ile ve diğer Akıncılarla Afgan cihadına gitme niyetiniz olmuş. Sonra siz yalnız gittiniz. Ne oldu o sırada?
1978’in Aralık ayında Afganistan, SSCB tarafından işgal edilmeye başlamıştı. Biz de Akıncılar olarak Metin Yüksel dahil beş kişi ahitleştik. Niyetimiz Afganistan’daki cihada katılmaktı. Metin, 1979 Şubatında şehit edilince bu hayalimiz yıkıldı. Daha sonra Fatih Akıncılarının başkanlığına beni seçtiler.
-Metin Yüksel’in şehadeti sırasında yanında idiniz. Bu acı olay nasıl yaşandı? Onu kimler şehit etti?
23 Şubat 1979 Cuma günü Metin, ben ve birkaç arkadaş Cuma namazı için yurttan ayrılıp Fatih Camii’ne gittik. Cami avlusunda daha önce hiç görmediğimiz tipleri görünce şüphelendik. Metin “Bu insanlar daha önce buralarda görünmezdi, bugün burada bir şey yapılacak” diyerek kuşkusunu dile getirmişti. Tam o sırada Ali Bilir arkasındaki yirmi otuz kişilik bir ülkücü grup ile cami avlusuna geldi. Ali Bilir ile Metin yan yana caminin merdivenlerinden içeriye doğru giderken selamlaştılar. Biz avluda Mehmet Kınacı ve Mithat Öztürk ile birlikte kaldık. Bu esnada hiç tanımadığım biri ile omuzlaştık. Namazı kıldıktan sonra dışarı çıktık. Metin benden önce çıkmış ve avlunun ortasında tek başına gidiyordu. Onun yalnız gidişinden tedirgin oldum. Ali Bilir ve benim omuzlaştığım kişi arka taraflardan yürüyerek Metin’e “Metin dur!” diye üç defa bağırdı. Metin de elini parkasının cebinden çıkararak öne doğru uzattı ve “Gelin konuşalım!” dedi. Tam o sırada Ali Bilir ve yanındaki şahıs tabancalarını çıkararak ateş etmeye başladılar. Ben o esnada duvarın yanındaki iki büyük çınar ağacının arasına gelmiştim. Daha sonra yirmi otuz kişilik bir ülkücü grup tekbir getirmeye başladılar. O sırada kahredici bir haletiruhiye ile arkama döndüğümde İhsan Barutçu ve yanındaki birinin ellerindeki tabancaları bana çevirdiklerini gördüm. Bir sene kadar önce Vefa Lisesine arkadaşlarımızı biz götürüyorduk. Ülkücüler okuldan ayrılmışlar sadece İhsan Barutçu “Ben Akıncıyım!” diyerek okulda kalmıştı. Ben arkamı döndüğümde İhsan Barutçu ve yanındakinin tabancaları ile yüzleşince “Daha dün bizim koruyuculuğumuzda okula gidiyordun, ne oldu da bugün bizim semtimizde bize silah çekiyorsun?” dedim. İhsan da “Fatih artık sizin değil.” dedi. Bende silah yoktu. İhsan beni aradı. Daha sonra beni sürükleyip götürmeye başladılar. Tam o esnada polis “Kanun namına durun!” diyerek havaya ateş etmeye başladı. Olayın failleri kaçtı. Metin kardeşimiz yerde yatıyordu. Kanı karları kırmızıya boyamıştı. Metin’i hastaneye götürdük. Ama o çoktan şehadet şerbetini içmişti.
- Bu acı olaydan sonra ne yaptınız? Üniversite sınavına girdiniz mi? Afganistan’a gitme niyetinize ne oldu?
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini kazanmıştım. 1980 Mayısında ikinci sınıfta iken Hacı Bayram’da İranlı Muhammed Rıza ile tanıştım. İran’da İslam İnkılâbı henüz olmuştu. Fuat S., Ali T. ile birlikte Yüksekova’dan İran’a, Urumiye’ye geçtik. Kum’da Cemiyet-i İslam-ı Afganistan teşkilatı ile temasa geçtik. Fuat ile birlikte Afganistan’a, Herat’a geçtik. Burada bir Rus kuşatmasında düşüp ağır yaralandım. İran’a Meşhed’e tedavi olmak için geldim. İki ay hastanede yattım. İyileşince İmam Humeyni’nin muhafızlarının evinde dört gün kaldık. İmam’ın sohbetlerinde bulunduk. Fuat ile birlikte Türkiye’ye geri döndük. Döndükten bir hafta sonra darbe oldu. Altı ay kaçak hayatı yaşadım. İslamcı Öğrenciler Birliği Türkiye Temsilcisi ithamıyla suçlandım. Sıkıyönetim mahkemesinde yargılandım. Yedi ay tutuklu kaldım. Beraat ettim. Daha sonra üniversite sınavına tekrar girdim. Önce Erzurum Atatürk Üniversitesini sonra da Ankara Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandım. İstanbul Üniversitesi’ne yatay geçiş yaptım ve 1986’da İstanbul Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdim.
- Tevhid Dergisi ve Selam Gazetesi’ni bir grup arkadaşınızla birlikte çıkardınız. Nasıl oldu?
Süleyman Gündüz, Nureddin Şirin gibi birkaç arkadaşla birlikte 1990-1993 arasında Tevhid Dergisini çıkardık. Tam otuz altı sayı yayınladık. Tevhid Dergisi basın kartı ile o sırada devam eden Bosna Hersek savaşına gazeteci olarak gittim. Zagreb’de BM Basın Bürosu’ndan da basın kartı aldım. Müslümanski Snage’nin başkanı Halil Birzına ile görüşmeler yaptım. Bosna savaşı ile ilgili üç sayı yayınladık. 1993 yılında Hasan Kılıç’ın imtiyaz sahipliğinde, ben de hissedar ve 1995’ten sonra da sorumlu yazı işleri müdürü olarak haftalık Selam gazetesini çıkarmaya başladık. Gazetemizin ilk genel yayın yönetmeni Fatih Böhürler idi. M. Emin Kazcı ve Nureddin Şirin de bu görevlere geldi.
- Selam Gazetesini daha sonra günlük yaptınız fakat bir operasyondan sonra kapandı. Yoksa kapatıldı mı?
Selam Gazetesi’ni 1993 ile 2000 yılları arasında yayınladık. 1996 Aralık’ında günlük oldu. 1997 Kasım’ından sonra tekrar haftalık yayınlamaya başladık.
- Bu sıralarda Çeçenistan’a da bir yolculuğunuz oldu sanırım. Orada şehit Dudayev ve diğer liderlerle bir temasınız oldu mu?
1995 Haziran’ında ilk olarak Ankara temsilcimiz Talip Özçelik ile birlikte Çeçenistan’a gittik. Oraya sadece haber yapmak için gitmedik aynı zamanda para da götürdük. Aynı yılın güz mevsiminde ikinci defa gittim. Bu gidişlerimde rahmetli lider Dudayev ile görüşemedim ama Şamil Basayev ve Salman Raduyev gibi şehit olan mücahitlerle görüştüm. İkinci gidişimde Ruslar tarafından Dağıstan’da yakalandım ve hapsedildim. O sıralarda basından sorumlu Devlet Bakanı olan Ali Talip Özdemir, Rus Dış İşleri Bakanı ile bizzat görüştü. Dış İşleri Bakanı Deniz Baykal’ın ve Gazeteciler Cemiyetinin de çabaları oldu. Böylece serbest kaldım.
- 2000 yılında polis tarafından yapılan Umut Operasyonu sonucunda tutuklandınız. Neler oldu o yıllarda?
Umut Operasyonunun görünmeyen esas amacı Selam Gazetesinin yayınlarını engellemek idi. Zira o sıralarda yayınlarımızda Güneydoğu’daki faili meçhulleri, yolsuzluk yapanları, banka hortumcularını ifşa ediyorduk. Operasyonun görünen amacı ise güya Uğur Mumcu’nun katillerini kamuoyunu tatmin etmek için yakalamak idi. 28 Şubat sürecinde, Sincan’daki Kudüs Gecesi’nde yazarımız Nureddin Şirin tutuklandı. Bizlere DGM’den sürekli dava açılıyordu. Toplam otuz iki davada yargılandım. Davalarla bizim yayın çizgimizi değiştiremeyenler 2000 yılında Umut adlı bir operasyon düzenlediler. Evlerimizi ve gazeteyi bastılar. Beş kişi gözaltına alındık ve Ankara’ya götürüldük. Burada Uğur Mumcu’yu bizim öldürdüğümüzü kabul etmemiz için akıl almaz işkenceler yapıldı. Biz yapmadık dedikçe onlar “Kardeşim, sizin yapmadığınızı biliyoruz; ancak, bu iş sizin üzerinize kaldı. Gazeteciliğinize güvenmeyin. Beş gün işkenceden sonra yedinci gün çıkarız, diye düşünmeyin; burada sizi değil yedi gün, yetmiş yedi gün tutarız. Ya bizim dediğimizi kabul edersiniz ya da buradan cesediniz çıkar. Başka şansınız yok.” dediler. Elektriğe verdiler. Filistin askısı ile işkence ettiler. Su torbası ile işkence ettiler. Sonunda mecburen kabul ettik. Savcılıkta reddetmemize rağmen tutuklandık.
- Savcıya durumu anlatmadınız mı?
Savcılıkta işkence ile ifademizin alındığını söylememize, ithamı reddetmemize rağmen tutuklanarak Eskişehir Cezaevine gönderildik. Daha sonra Ankara’da Selam Gazetesine gidip gelen, hiçbir suçu olmayan on dört kişiyi daha tutukladılar. Bunların sorgusunda da Uğur Mumcu dahil 1988-1999 yılları arasında Ankara’daki bütün siyasi cinayetleri bu suçsuz insanların üzerine yıkmaya kalktılar. Yargılamalar esnasında güya Selam Tevhid Örgütü diye bir örgütün liderleri olarak Hasan Kılıç ve ben gösterildim. 12.5 yıl ceza aldık. Beş yıl yattıktan sonra 2005 yılında tahliye edildik.
- Bu operasyonda ve sorgulama ile yargılamada çelişkiler var. Onları dile getirmediniz mi?
Bu tutukluluk ve yargı sürecinde dört ana çelişkiden söz edebiliriz. Birincisi şu: İstanbul’da tutuklanan dokuz kişiden ikisi Yusuf K. ve Abdülhamit Ç.ye Uğur Mumcu’nun arabasına nasıl bomba koyduklarının tatbikatını yaptırdılar. Dönemin İç İşleri Bakanı olan Sadettin Tantan tarafından Uğur Mumcu’nun katillerinin yakalandığı şeklinde açıklama yapıldı. Yani aynı anda farklı farklı kişiler Uğur Mumcu’nun katili oldu. Bu bir çelişki idi. İkinci çelişki ise şudur: Ankara’da gözaltına alınanlar Necdet Y., Ferhan Ö. ve Rüştü A. idi. Ferhan’a nasıl bomba koyduğuna ilişkin tatbikat yaptırıldı. Televizyonlar bile yayınladı. Savcı Hamza Keleş de, Uğur Mumcu’nun katili Yusuf K. değil de Ferhan Ö. imiş diye açıklama yaptı. Üçüncü bir çelişki de şudur: Ferhan’ın polis ifadesinde, Bahriye Üçok’a da bombalı paketi gönderdiğini zorla kabul ettirdiler. Yargılamada Ferhan’ın el yazısı örneği alınarak adli tıpa gönderildi. Gelen raporda Ferhan’ın el yazısı ile Bahriye Üçok’a gönderilen bombalı paketteki el yazısının aynı olmadığı belirtildi. Buna rağmen Yargıtay cinayeti Ferhan işledi diye onadı. Diğer bir çelişki ise şudur: Yine Ferhan Ö.nün polisteki ifadesinde Muammer Aksoy’u da susturuculu silahla tek kurşunla öldürdüğü şeklinde zorla ifadesini aldılar. Silahı da falan yere attığını söylettiler. Böylece cinayet ile silahın bulunması arasında yedi sekiz yıl fark oldu. Mahkeme safhasında ise Muammer Aksoy’un oğlu yargıçlara: “Bu çocuk yalan söylüyor. Babam öldürüldüğünde ben evde idim ve üç el silah sesi duydum. Aşağıya indiğimde jandarma iki kovan bulmuştu. Bu konuda ifade de verdim.” dedi. Buna rağmen Muammer Aksoy cinayeti de Ferhan’ın üstüne kaldı. İşte bu açık çelişkilere rağmen bu cezaları Yargıtay onadı. Ferhan Ö. hâlâ cezaevinde. Bu adaletsizlik, bu zulüm ne zaman bitecek, bekliyoruz.
Teşekkür ediyorum. [Kaynak:Memleket.Com.TR]
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.