Biliyorsunuz çocukluğuma ait ve o günlerdeki Bozkır’ımızın sosyokültürel, sosyoekonomik ve yaşamsal bir kısım çevrelerinde gelişen bazı olay ve olgulardan derleyerek “Ben de Yaşadım” adını verdiğim anısal bir romanın 7. konusu dahil ilk bölüm geçtiğimiz hafta takdirlerinize sunmuştuk.
Bu defe da 12. konu dahil olmak üzere beğeni, takdir ve yorumlarınıza sunmaktan büyük bir onur duyuyoruz. ilgi ve zevkle okuyup beğeneceğiniz umuduyla saygılar sunuyorum...
Aslında Rahmetli Dedem Kara Mehmet, beni okutmayı çok istiyordu. Lakin anlattığım gibi ömrü vefa etmedi buna.
Bir gün bakın ne oldu?
Dediğim gibi, o yıl İlkokulun 4. sınıfındaydım. Ve hastalığı bir hayli ilerlemişti dedemin. “İlerlemişti” diyorum ama, bir doktora dahi gidebilmiş değildi benim güzel Dedem. Doğrusu hastalığının ne olduğunu dahi bilenimiz yoktu. Sadece hastaydı; ve yatıyordu…
Bir defa komşular arasında kendisi için “Nüzül olmuş” diye konuşulduğunu işittim. Bunun anlamının ne olduğunu bilmiyordum. Birilerine sorma gereği de duymadım. Gerçi onlar bunu biraz da kınar gibi konuşmuşlardı ama, Dedeme hiç yakıştıramadım her ne ise ben onu. Hem elimden gelen hiçbir şey de yoktu ki. İki büyük amcamla babamın bile bir şey gelmezken ellerinden?!
Zaten yaşlıydı artık (!) Acaba öyle miydi? 76 yaşları civarındaydı Rahmetli.
Ne var ki vaziyeti ağırlaşmıştı artık. Bu belliydi…
Durumu kanıksamıştık adeta…
Her şey doğal mecrasındaydı aklımızca…
Ve Dedem gidiciydi!
Ben ise sadece Allah’a sığınıyordum. O’na yalvarıyordum! Nice günler bilirim; yerlere kapanıp, kapanıp ağladığımı! Ve Rabbimden yardım dilediğimi… Bu şartların içinden çıkarmasını beni!….
Dedeciğim, belli ki yapamayacaktı; “Okutacağım!” dediğini.
Artık eskisi gibi değildi Dedem. Ara sıra aklı geliyor, Çoğu zamansa gidiyordu. Yarı baygın yatıyordu çokça. Kendinden bile haberi olmuyordu.
İşte bu demleriydi ki, Okuldan öğle yemeğine geldim eve. Baktım dedem uyanık; aklı başında! Ne güzel…!
Beni görünce ne kadar sevindi o da, bilemezsiniz ne kadar…!
Gözlerinden iki damla yaş düştü! Ye “Yavrum…!” dedi. “Nerelerde kaldın hay yavrum?” ve ağladı....
Zaten O hep beni özler, beni söylerdi.
Herkese benmişim diyerekten hitap ederdi.
Aslında bu işe iki emmim de biraz içerlerdi.
Yine de pek belli etmezlerdi, rahmetliler.
Belli ki baygınlık halinde geçen zamanları çok uzun geliyordu ona ve beni özlemişti. Gerçi ben de O’nu çok özlerdim ama!… Ve halâ, halâ…
“Okuldan geldiğimi” söyledim kendisine.
“Vazifeye atılmana daha çok var mı?” deyince temelli anladım? Dedemin hafızası yerinde değildi. Benim İvriz’de falan okuduğumu sanıyordu güzel Dedem.
Hiç bozuntuya vermedim,
Sevinsin istedim.
Köyün Okulundan geldiğimi söylemedim.
Sanki dışarıdaki bir okulda okurmuşumcasına cevapladım.
“Daha bir yılım var Dedeceğizim!” dedim.
Tuttum, boyunlarına bir güzel sarıldım!
“Aman yavrum, iyi çalış; kurtar kendini! ” dedi.
Dedi ve kendinden geçiverdi.
Çok ağladım peşinden!
Hem de hırslandım, okuma isteğimden.
Bir ara durumu Babama anlattım.
Bakın sonra ne olmuş?
Artık Hanife Ebem kendisine tek başına bakamaz olmuştu. Amcalarımla Babam nöbetleşerek dururlardı başında. Ve ihtiyaçlarını karşılarlardı Dedemin. Günlük Bakım ihtiyaçlarını...
Babamın nöbetinde yine aklı başına gelmiş bir ara.
Ben yokum Okul’dayım. Bizim İlkokul’da.
Dedem bağırmış: “Meymet, Meymet…!”
Babam: “Mehmet yok baba; benim, ben! Ben, Nurali…” demiş.
“Peki Meymet nerede?” diye sorunca, Babam anlattıklarımı hatırlamış.
Ve Dedeme: “Benim vazifede olduğumu” söylemiş.
Dedeciğim duyduklarına ne kadar sevinmiş, ne kadar sevinmiş…!
“Nerede görevli olduğumu” sormuş?
“Doğuya verdiler baba, şark hizmeti…” demiş Babam da!
“Vay yavrum vay!” diyerekten bir sevinç bir gözyaşı dökmüş dedem.
Yine kendinden geçmiş; geçivermiş!
“Allah muvaffak etsin!” diyerekten!
İnşallah Rabbim O’nu da gerçek muvaffakiyeti yakalayan kullarından etmiştir.
Ve etsin inşallah!
Ve cümlemizi; ve cümle geçmişimizi…
İşte Dedeciğimin bu sevinci, teselli olagelmiştir bana hep!
Dedemle Hanife Ebemin bir sevincine daha tanık olmuştum ki daha önce; sormayın gitsin. Onu da anlatacağım sizlere. Lakin bu sevinci anlayabilmek için bazı şeyleri daha önceden anlatmam gerek sizlere.
Buyurun anlatayım!
Ki Onların bu sevincini ve bu sevinçteki övüncümü asla unutamam.
9- Anamla Gittiğimiz…
Yıl 1959, Haziran ayının ilk günleri falandı.
4-5 yaşlarımın aralığındaydım henüz
Fatma Ebem de sağdı o zaman. Anneannem yani.
Aslında Anamdan çok O’na giderdim ziyarete…
Delimam Dedemin evine.
İşte Ora’ya gidişlerimden biriydi. Anam beni Bolat Deresi’ne (Göksu) götürdü. Ora’daki bahçelerini sulamaya.
Öğleye doğru dönecektik sözde.
Kimseye haber vermemiştim “erken döneceğiz” diye.
Dedemle Hanife Ebemin haberi yoktu hasılı bu gidişimden de!
Ancak Dere’deki bahçeyi suladıktan sonra Anamın güya bir acil işi çıktı. Derenin bize göre karşı geçesinde bulunan ve o zaman ki adıyla Gederet (Dereiçi) Köyü’ne gitmesi gerektiğini söyledi. Güya acil bir işi çıkasıymış! Yanında beni de götürecekti.
Ben gitmek istemedim.
“Dedemle Ebemin haberi yok” dedim.
“Beni merak ederler” dedim.”
“Hem ellerin köyünde ne işim var benim?” dedim.
Ama; alladı, pulladı, kandırdı beni anam!
“Akşama Köyümüze dönmüş olacağız” dedi.
Eh ben de kandım. Hakikaten kandım!
Sonradan yaya bir saatten fazla sürdüğünü öğrendiğim yola anamla birlikte çıktım.
Hay çıkmaz olaydım e mi!
Çıktım, çıktım o sefer; Bari bir daha yönümü dönüp bakmaz olaydım he mi…?
****************
Aman siz siz olun…!
Çocukların “Burası benim evim…” diyebilecekleri sabit bir yerleri olsun!
Ve oradan ırmayın, uzaklaştırmayın onları bu sabit yerlerinden.
Benimsenen bu yerin, parçalanmış aile ortamlarının ortaya çıkardığı şartlar içinde gerçek ana veya babanın yanındaki yetersiz ve oynak ortamlardan çocuklar adına daha faydalı olduğunu aman iyi bilin!
Bu konu önemli…! Aman dikkat; aman ha…!
*****************
Çıktık yola…
Hemen öğleden sonra…
Aaaa… Ne uzak yermiş ora?
Vallahi git, git; varılmaz…
Çocuk bacakları hiç mi hiç dayanmaz!
Zaten gitmeyi de canım istemez!
Ayakların gitse de gönlüm geri geri gider.
Gün dikelmiş tepemize…
Amma bitmez yolmuş ha…?!
Bu yollardan sanki bize ne?
Ben mızırdansam da Anam beni oyalıyor;
“Aha şurada, aha burada, geldik, geliyoruz” diye eğliyor!
“Şöyle güzel köy, böyle güzel köy…” diye de tavlıyor.!
O beni oyalayadursun, bu arada kararımı verdim ben!
“Çok uzak; ben gitmem!” diyerekten diktim asayı, yakın yolda direndim!
“Döneceğim ben” dedim “geriye”… “Sen git…” dedim O’na.
Öyle ya:
“Senin falanca köydeki işinden bana ne?”
Bu kez anamda sanırım şafak attı Anamda.
Başkaca tedbirler geliştirdi o arada.
Sırf götürebilsin diye beni yanında.
Ve sırtına yüklendi; habıç etti beni.
Zaten 4-5 yaşlarımın arasındayım; ne canım var ki onca yolu yürümeye?
Bizim Köy’den de gelmişken bir saat yayan dereye…
Yoruldum iyice tabii ki de. Neredeyse 13-14 km.lik yol…
“Hemen şu tepenin arkasında: korkma geldik! İşimizi görür döneriz!” buyurdu.
Yine de o tepenin arkasına varmadan beni sırtından indirdi.
İndirdi ama biraz olsun dinlenmiştim tabii.
Belki biraz da moralim yerine mi gelmişti ne?
Ve, yürüdüm tepenin arkasına dek.
Koruluk gibi bir yerlere gelmiştik. Lakin görünürlerde köy falan yoktu.
Yeniden itiraz ettim ve bağırdım çaresizce:
Öyle ya: “Hani bu köy nerede…!?”
Anam bu defa inanılması imkansız bir yalan patlattı.
Üstüne yemin, billah çatlattı!
“Önceki gelişimde bu köy tam da buradaydı.
Alıp götürmüşler bunu ileriye” deyiverdi. “
Ama korkma; fazla götürememişlerdir yine de.
Olsa olsa, ancak şu önümüzdeki tepenin ardına kadar götürebilmişlerdir O’nu.” Diye bir güzel maval anlattı.
Çocuk aklımla da olsa yemedim mavallarını.
Olanlar karşısında geriye dönmek konusunda kararlıydım aslında.
Lakin çok yol gelmiştik ama.
Geriye dönüş korkuttu beni, tek başına.
Çaresiz devam ettim yola.
Lakin gerçekten de çok kızmıştım Anama.
O beni yanında bulundurmak istese de.
Ne işim vardı elin Gederet’inde?
Bereket ki bu son söylediği yerdeydi Köy!
Yani Gederet.
Daha ileri götürememişlerdi(!) anlayacağınız.
Anam haklı çıkmıştı bu defa.
Keşke daha ileri götüreydiler ama!
Ve gidilip gelinemez olaydı o köy için.
Öyle ya:
Bu sözlerim için, ilerisini bekleyin siz bu işin!!
Oraya vardığımızda, pek fark edemesem de vakit sanırım ikindi civarıydı. Bir eve vardık; basık masık! Girdik içeri. Derken ev kalabalıklaştı. Gelen giden gırla... Ben ise yad yad ortada... Anama sokulmak, O’na bir şeyler anlatmak istesem de, beni odadan dışarı çekiştiriyor bazı kadınlar. Hatta ters de davranıyorlar bana. “Anayın işi var burada!” diyerek, paylayıp azarlıyorlar beni!
Adam hesabına koymuyorlar anlayacağınız! Ama beni eziyorlar… Bilmem ki bu hususta ne biliyorlar?
Durum çok zoruma gidiyor. Hatta, içeride bir adam var, aynı hareketi o da yapıyor.
“Alın şunu, odanın dışına çıkarın! Buraya gelmesin, falan filan…” diyor ters ters…
Ve, sanki evin sahibine benziyor o adam!
Anam çok insanla muhatap oluyor bu arada.
Bana laf yetiştirdiği de oluyor arada sırada.
“Az kaldı; işimiz bitmek üzere, falan, filan…” demede!
Kavrayabildiğime göre o sırada, sanırım bir evlenme meselesi var Anamın...!?
Üstelik de beni dışarı çıkarttıran o adamla…
Ama yine de işi tam kavrayamıyorum.
Belki mücadeleyi asıl ben yürütüyorum.
Ama boyum ne posum ne?
Hiç bir şeyi beceremiyorum.
Kendi derdimi söylemeyi bile…
Moralim temelli bozuluyor…
Buradaki iş aslında beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor.
Ben, sadece kendi evimde olmak istiyorum!
İşte o kadar!
Ve, bir kez daha yükleniyorum anama; avazım çıktığınca kapıdan:
“Bak!” diyorum, “Yıldızlar çıkmak üzere gökyüzünde!
Hattâ bazıları görünüyor bile.
Beni ne zaman götüreceksin evimize?”
Anam: “Az daha, az daha…” diye savuşturuyor beni.
Çaresizim nitekim! Ağlamak, sızlamak nafile. Üstelik tanımadığım insanlar da karışıyorlar işe! Bazen azarlayıp, bazen fikrimi çeliyorlar akıllarınca.
Hatta dalga geçiyorlar bazen benimle? “Ananı artık biz yollamayacağız, falan, filan…!” diyorlar…
İyi de: “Beni bir götüren olsun madem kendi evimize…” Benim durumumu anlayacak kim var orada; kim de…? Bir de bu olsa ortada keşke...!
Ve bilmiyorlar…! Belki bilmek de istemiyorlar… Yaşananların hepsini bir, bir kaydettiğimi; duyarlı ve algılayıcı bir birey olduğumu kavramıyorlar. Durumun her çocuk açısından aşağı yukarı böyle olduğunu da… Demek ki düzeyleri bu; ve beni çocuksuyorlar! Kimlik ve kişiliğimin gelişmekte olduğunun farkında olmuyor, beni bir güzel örseliyorlar...!
“Az oynayalım” diye dışarı, evden de dışarı çıkarıyorlar beni. O evin ve komşularının çocukları.
Çaresiz çıkıyorum…!?
Mahallenin cümle çocuğu tepemde...
Konuşmam bir tuhaf geliyor onlara.
Ve merak edip soruyorlar?
Benceyse, asıl onlar konuşuyor tuhaf tuhaf!.
Öyle ya:
“Baba” diyecek yerde “buba”;
“Buğday” diyecek yerde “buğdiy”;
“Bakayım” diyecek yerde “bakıyın” diyorlar.
Tutuyor, bir de benim konuşmalarıma gülüşüyorlar.
Gerçi bir hayli de merak ediyorlar…
Ve bana saçma sapan şeyler soruyorlar.
“Vay efendim, kediye ne dermişiz”;
“Köpeğe ne dermişiz;”
“Olmadı daha; İneğe ne dermişiz;”
“Sineğe ne dermişiz, vs., vs.” şeyler yani…
Sıkıldım anlayacağınız. Ancak bir hayli zaman da geçmedi değil hani.
Bu arada bakıyorum ki, gökyüzünde yıldızlar iyice çoğalmış. Demek ki vakit bir hayli ilerlemiş. Tekrar o eve dönüyorum!
Ve Anama: “Yıldızlar iyice çıktı; haydi gidelim artık!” diyorum!
Bu arada, evdeki o adamın, Anama karşı bazı laubali hareketlerini görsem de, görmezden geliyorum.
Ben sadece buradan götürülmek istiyorum.
Kimsenin işine de karışmıyorum.
Kim ne hali varsa görsün; bana ne!
Ancak, Anam beni güya korkutuyor.
“Artık yıldızlar çıktı; gidemeyiz! Bizi canavarlar (kurtlar) yer yollarda” diye kandırıyor. Bu sözlere inanmasam da, çaresiz gidemiyorum.
Ama, “söz” diyor Anam; “Söz, sabah olsun, ilk iş döneceğiz geriye”.
Mübarek…!
Sen ister dön. ister dönme; bana ne!
Beni evime götür; hepsi bu!
Hasılı yatıyoruz! Yatıyoruz ama gelin de bana sorun…!
Ertesi gün…?
Daha ertesi gün….?
Bir türlü gidemiyoruz. Neredeyse bir aya yakın zaman geçiyor Ora’da.
Ama nasıl geçtiğini bir Allah’a, bir de bana sorun o günlerin nasıl geçtiğini. Asla intibak edemiyorum oraya ve oradakilere.... Aslında gayret etsem de…
Ve ben sadece, kendi köyümüze ne zaman döneceğimizin beklentisindeydim. Esasen bu bekleyişimin zamanı belirsiz olsa da dönmeme gibi bir ihtimal yoktu aklımda. Dönecektik; illâ ki yani! Ne kadar dile getirsem de bu arzumu sürekli ötelenip ancak! Ve kandırılıp duruyordum; “Ha bugün, ha yarın…”
İşte bu Köye dönüşün zamanı belirsiz ve beklentili günlerimden biriydi ki, hayattaki ilk tokadımı da yiyorum maşallah…! Manevisi zaten hay da, Fiili ve fiziki olanını yani… Bakın nasıl?
10- Yediğim İlk Tokat:
Sabah kalkılmış “Gederet Düzeni” dedikleri yerde bir tarlalarına gidilecekti. Ot işlenmeye… Yol hayli uzundu. En azından bana göre uzundu. Ben zaten hem küçük, hem çelimsiz, hem de gönülsüzdüm bu yollara ve ortama! Üstelik böyle her gün dağa bayıra gitmeye alışık da değildim öyle yayan yapıldak.
Yola çıktıktan 10-15 dakika sonra, başlıyorum onların ifadesiyle eziyete. Anneme habıç olmak istiyorum. Sırtına almasını beni yani… Fakat O pek oralı olmuyor… Bu arada evlendiği adamın burnu da “fışır fışır” zaten! “Yürüüü….” diyorlar bana “yürü”. Hepsi ve her ikisi de yani…
Anam ısrarıma dayanmayıp nihayet sırtına alıyor beni… Alıyor ama, o da ne? Şiddetli ve hışım gibi bir tokat geliyor bana! Yuvarlıyor beni, yerdeki toza dumana…
Bravo… Bravo vallahi; adam koruyor karısını (!) Vallahi billâhi(!)… Anlaşıldı; sağlam ellerde Anam (!)
Ve benim ısrarım bitiyor artık. Anlıyorum Hanya’yı Konya’yı…!
Yaya gidiyorum artık ondan sonrayı…
Gerçi bu tokat bana çok şey öğretse de ben eşek haddalmamış, defalarca yemişimdir o tokattan. O tokadın manevilerinden hem de… Üstelik de en ağırlarını aynı adamdan. Hem de hayatımı kaydırırcasına… Ana ve bir sıcaklık aramışlıklarımın arasında. Ve zaafında…
Anam doğrusu üzüldüyse de pek belli etmedi. Hatta bana o da kızdı. “Gördün mü?” der gibilerinden… Yeniden sırtına almaya teşebbüs falan da etmedi. Gerçi bu konunun muhabbetini sonradan birkaç kez duydum Anamın ağzından:
“Bu tokadın çok ağrına gittiğini, hiç unutamadığını, hatta o adamı daha o gün terk etmeyi düşündüğünü falan filan…” diye. Başkalarına anlatırken ama... Belki doğrudur yine. "Belki" demek ne kelime? Muhakkak doğrudur! Ben O’nun zihnine girmiş değilim ki. Ben ancak kendi algıladığımı bilirim. Ne var ki benim algılarım da benim için önemli! Öyle değil mi?
Dediğim gibi, Anam böyle anlatsa da benzer konulardaki tavrı esasen hep yukarıda anlattığım gibi olmuştur. Anlattıkları doğruysa bile (ki doğrudur) dışa vurumu yapılmayan içsel bir tepkidir yani. O’nun tavrının dışa vurumunu hep bana yönelen bir öfke olarak algıladım oysa ben… Özellikle de O Adam’ın sağlığında…. Aynen o gün olduğu gibice!
Gerçi anladığım kadarıyla bu evliliğin Annemin hayatını da kaydırmış olduğunu söyleyebilirim kısaca burada. Ve benim de ayrıca. Ama bu konulara girmek istemiyorum bu aşamada.
Ancak şu kadarını belirtmeden geçemeyeceğim yine de:
Anlattığım bu gidişende; sanki bir evim ve ailem yok da ortada kalmışım gibi davranıp, bunu “çocuğuna sahiplenmek” olarak düşünüp, yangından mal kaçırırcasına ve gitmekte olduğu yerin şartlarını, oraya uyumunun nasıl olacağı ile neticelerini, bırakın benim açımdan hesaplamayı, kendi açısından dahi tam olarak bilmediği bir ortama beni de yanında taşıyarak, hayatımın geri kalan kısmını oldukça olumsuz etkiyecek, anlatmakta olduğum tarz derin yaralar almış olmama neden olması elbette büyük bir hataydı.
Üstelik de başta, yanında bulunduğum insanların iznini almayı bırakın, beni de kandırmak suretiyle yani! Mübarek, götürecek olsan bile beni yanında, git evvela kendi işlerini bir düzene koy öyle mi? Ondan sonra düşün bunları.
Bu konuyu fazlaca uzatmak istemiyorum; esasen kendisini bu vb. konularda hiçbir zaman suçlamadım. Suçlamıyordum da. Durumu onun içinde bulunduğu şartlara, gençliğine ve tecrübesizliğine, o sıralardaki bilinçsizliğine, kendi iç dünyasındaki yalnızlığına ve çaresizliğine, veriyorum.
Öyle ya:
1 yaşındayken babasını, 21 yaşındayken ağabeyini kaybetmişti. Kendisinden yaşça oldukça büyük, ana ayrı ağabey ve ablalarıyla, yine birçoğu kendinden büyük sayısız yeğeninin hışmını yaşamıştı. Ve yaşıyordu. Hatta anlatımına göre, çocukluğunda yengesinden dahi çok eziyet görmüştü. Tutunacak bir dala ihtiyacı vardı.
Babamla olan ve boşanma kesinleşene dek toplamada 9 yıla dayanan, kişilik çatışmaları, uyumsuzluklar ve hayata dair karşılanmayan beklentileriyle dolu evliliği de yıpratmıştı O’nu. Ve babamı denk görmemişti kendisine. O daha “herif” bir adam isterdi yani. Ve buldu işte; “herif” gibi adamı(!) Hem de akıllı ve bilgili olanı.
Ki, gerçekten de akıl alabileceği kimsesi yoktu.
Bunalmışlıkları çoktu.
Bin düşünür; içinden çıkamaz, alır kendini, bir vururdu yere!
En olmadık bir şey yapardı yine!
Çık bakalım çıkabilirsen, işin içinden hele?
*****************
Beni bir almaya gelen de yok Köy’den! Esasen bu husus aklıma dahi gelmiyor. Çünkü o yaşta bile ben, sadece Allah’a yalvarıyorum. Tek O’ndan diliyorum. Ama buna kullar da vesile değil miydi? Her neyse, belki zaman yetmemişti. Belki işler olacağa doğru akıyordu. O’nun plânı bambaşkaydı; kim bilir!?.
Şimdi düşünüyorum da velayetim anamda imiş meğer. Dedem demek bunu biliyordu. Hem O “herif” adamdı. Kalkarsa geri durmazdı yapacağı işten... Demek O’nun da bir bildiği vardı. Yine ben bilmiyordum! Halâ bilmiyorum!
Ne var ki, çok özlemiştim Dedemi! Hem de Hanife Ebemi…! Üstelik kendi Köyümü…
Söz Dedemin “herifliğinden” açılmışken, yine O’nun ortama uygunluğundan, uygulama alanı bulurluğundan ve uygulanışından bir örnek vermek arzu ediyorum burada.
11- Dedemin Kağnı Çulu:
Aynı 4-5 yaşlarımın arasıydı. Ve bir harman sırasıydı. Millet harman kaldırıyordu.
Kağnılar, gidenler, gelenler, döven sürenler, harman savuranlar, vs. İş kuvvetliydi sair. Köyde harman kaldıranların bir çoğu da bizim evin karşındaki “Boz Belen” dediğimiz yerdeki harmanlardaydı. Köyün önündeki Yazı’nın ortasında yani.
Nitekim bizim harman yerimiz de Ora’daydı. O yaz Ora’da, Şevket Emmim‘le Mustafa Emmim harman kaldırmaktaydı. Zaten iki kişilik bir harman yeriydi ancak.
Evimizin altında kendi başıma oynaşıyordum ben. Biraz kendi (Hanifenin Pelidi) pelidimizin (meşe ağacı) altında; biraz da Kazımın Pelidi’nin…
Aaaa….?
Bir de ne göreyim? Mustafa Emmimle, Şevket Emmim kavgaya tutuşmasınlar mı?
İkisi de dağ gibi adam: güçlü kuvvetli… Hele Şevket Emmim; o daha da bir kuvvetli… Yemen’de askerken, yüksekçe iki taşın yarığına sıkışan top arabası ile beygirini tek başına o aralıktan çıkaran, bu yüzden kendisine çift tayın verilen İmamın Ahmet Dedemize çekmiş, pehlivan gibi adam…
Özellikle Şevket Emmimin elinde kağnının geri çuluna ait kağnı dayağı var ki değme adam tek elle kaldıramaz. Almış onu eline…? Sanki küçük bir değnek gibi duruyor adeta… Savuruyor gitsin. Hem Mustafa Emmime, hem karasına… Kafa, göz, baldır, bacak bırakmıyor vallahi… Baktım; ikisini de öldürecek..!
Oysa görünürde Şevket Emmim uslu, Mustafa Emmim “carcar” gibiydi. Mustafa Emmim de güçlü kuvvetli, herkesin hakkından gelir gibiydi! Fakat burada gördüklerim başka, bambaşkaydı. Sonra anladım ki, Mustafa Emmim bağırıp çığırsa da daha merhametli bir adamdı.
Derhal koştum, durumu evdeki Dedeme haber verdim. İstedim ki kavgayı durdura; Onları birbirinden ayıra…
Dedem hızla koştu Yazı’ya doğru!? Ben de arkasından… Ama fazla ileriye gidemedim; korktum kavgadan. Evimize göre Yazı’nın girişinde, yani İbrahim Ağanın Kağnı Gediği’nde durdum: ileriye geçmedim. Başladım beklemeye…
Dedem doğruca vardı. Vardı ama harmana; Onların yüzüne dahi bakmadı. “Bunlar ne ediyorlar? bile demedi. “Ne olacak bunlara?” diye düşünmedi. Doğruca, içi, biçilmiş ekin dolu kağnıya yöneldi. Kağnılar daha çok taşın eşyası alsın diye geliştirilmiş geri çuluna yöneldi yani!? Ki, geri çulu kağnıya vurulan yükü çevrelerdi. Ve bizim kağnı da yüklüydü. Harmanda dövülmedik ekin sapı yüklü.
Cebinden bir bağ testeresi çıkardı dedem. Kağnının üzerindeki geri çulunu dört bir tarafından yukarıdan aşağı kesti. Kağnının içindeki ekin sapları yerlere döküldü. Dedem yine hiçbir şeye bakmadan geri döndü. Bunun nedenini ben dememe sormadım. Neden zaten belliydi.
Bu arada kavga da bitti. Bitti ama Şevket Emmim, Mustafa Emmimle Karısını haşat etmişti adeta. Bu kavganın yarasını çok çekti rahmetliler… Özellikle Karısı… Doktorlara gittiler… Aylarca yattı garibim evlerinde… hele o, baldır ve bacaklarındaki yaralarından…
Allah hepsinin taksiratını affetsin! Acı göstermesin oralarda artık. Gittikleri yerlerde… Cümlemizin ve cümle geçmişlerimizin…
12- Kendi Köyümüze Dönüyoruz!
Gederet’teki bu sıkıntılı günler sürmekteyken, hep birlikte Bizim Köye gidileceği haberi ilişti kulağıma.
Ekin (arpa) işlenecekmiş bizim Köydeki Delimam Dedemden kalma arpalıkta,
Öyle ya:
Fatma Ebem de yaşlıydı; işleyemezdi arpa marpa.
Bu duyuma ne kadar çok sevindiğimi bilemezsiniz doğrusu.
Ve, sanırım aynı Haziran ayının sonları yaklaşmış olmalıydı. 20-25 gün civarında bir zaman geçmişti. Zehir gibi geçen günler…
Nihayet günlerden bir gün çıkıldı yola.
Bizim Köy’e gidiliyordu; Yelbeği’ye… İçim içime sığmıyordu. Dünyalar benimdi.
Akşam namazlarının vaktinde gelindi bizim Köye.
Doğruca Fatma Ebemin evine…
Allah gani, gani Rahmet eylesin; Fatma Ebem bana bir sarıldı, bir sarıldı ki sormayın! O da çok severdi beni; ben de O’nu…
Yine de benim gözüm kendi evimizdeydi.
Anamın içine girdiği bu “curcunadan” hiç de hoşnut değildi O da. Sonraları olmadı da… Ama, ah benim bu akılsız Anam…!
Evde küçük bir kısım dırıltılar çıksa da olan olmuştu. Ancak, dediğim gibi Fatma Ebem, ne o köyü, ne de o aile ve adamları sevmedi, sevemedi bir türlü.
Annemin bu olayı hep kınadı bizim çevrelerde.
“El aşağı, (ovaya, sahil’e) gider de sen yukarı (dağ köyleri) yukarı mı gidersin! Hem 8-10 çocuklu adam mı alırmış sencileyin bir kimse ?” dediler… Onlar: “Kader, mader” diye “vızıldasalar” da bu konu pek onaylanmadı çevrede… Ve kınandı durdu.
Bu tarz işler aslında, bence de insanın bizzat kendi elleriyle oluşturduğu, Allah’ın da; “Al bakalım ya kulum!” diyerekten, onay ve dizayn verdiği türden kaderlerdi. En basit tanımıyla bu böyleydi. Yani, Kocası Mahmut Efendi’nin anlattığı türden zorunlu bir yazgı, “alın yazgısı” değildi kader.
Kader: ölçü, ayar, yasa, yazılım, plan, programdı aslında.
Burada araya küçük bir anekdot ve yorum girmek istiyorum kaderle bağlantılı olacak şekilde:
NOT: Katabın önceki bölümleri ile devamını okumak arzu edenler;
http://bendeyasadim.blogspot.com/ biçimindeki bağlantıdan okuyabilirler.
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.