Çocukluğumda köyde, yayladaki küçük tolumuzun önüne çulu serer Konya’yı izlerdim geceleri. Bir ışık deniziydi ovanın yüzünde, gökyüzündeki samanyolunun ovaya düşmüş haliydi. Yanımda büyüklerden biri varsa onlara sorardım şurası neresi, burası neresi gibi. Tam ortada rengarenk ışıkların parladığı bir yer vardı, en çokda orayı merak ederdim. Orası “Dede Bahçesi” demişti dedem. En çok orayı görmek isterdim. Gecenin ıssızlığında kamyonların, otobüslerin motor gürültüleri yaylaya kadar ulaşır, farlarının ışıklarını izlerdim gözden yitinceye kadar.
Günümüzde çok değişti Konya’da. Büyüdü, serpildi. Bir şehir nüfusu kadar öğrencisi olan üniversitesi oldu. Bir köy nüfusunu barındıran siteleri oldu.
Oldu da biz bu büyüyüp serpilen güzellikleri yeterince anlatabildik mi?
Yıllar önce Atlas Dergisi bir arkeoloji atlası vermişti ekinde. O atlası incelerken içimde birşey cızz etti. Görkemli Zengibar Kalesi yoktu atlasta. Düşündüm bu atlası hazırlayanların mı haberi yoktu güzelim Zengibar Kalesinden yoksa biz mi haberdar edememiştik? Hala bulabilmiş değilim bu sorunun cevabını.
Biraz ağlaktır bizim turizmciler, gelen turist şehirde konaklamadan ayrılıyor, diye ağlaşırlar. Herşeyi devletten bekleme anlayışı yıllardır kafalarında yer etmiştir ve bunu düzeltmeyi, taşın altına ellerini uzatmayı bir türlü akıl etmezler. Belki akıl ederlerde cüzdanları buna izin vermez.
Tur operatörlerinin suçu yok mu? Çook. Özellikle Ege Bölgemizde birçok tura katıldım. Tur güzergahları göstermelikti, şirketin ekonomik çıkarlarına göre ayarlanıyordu. Turistik eşyalar satan bir mağazaya bir ören yerinden daha çok zaman ayrılıyordu.
Onlar için Konya sadece bir geçiş noktası. Ayıp olmasın kabilinden Mevlana Müzesi görülecek ve geçilip gidilecek. Bu noktada sesimizi çıkartamıyoruz, dur bakalım, dışardan gelen insanların görmesi gereken nice güzelliklerimiz var, diyemiyoruz.
Bir arkadaşım özellikle Antalya bölgesinden turistleri getiriyordu Kapadokya’ya. Konya’da sadece Mevlana Müzesini gezdirip, bir gece konakladıktan sonra Pamukkale tarafına götürüyordu. Gurup şehre öğle saatlerinde ulaştığı için birkaç yeri ya da müzeyi gezme şansları oluyordu. Bunu söyledim arkadaşa. Önceden belirlenen güzergahın dışına çıkma şansları yokmuş.
Demekki tur şirketlerine de anlatamamışız bir turistin görmezse olmaz, diyebileceğimiz güzelliklerimizin olduğunu. Bunları görmeden, sadece Mevlana Müzesini koşar adım gezip, kaçar gibi giden yabancılara acıyorum doğrusu. Neleri kaçırdıklarının farkında bile değiller. Temin ettikleri bir şehir rehberinde görkemli Alaaddin Camisinin fotoğrafını görünce, biz burayı niye görmedik, diye hayıflanırlar mı, bilmem.
Şehrin tam göbeğinde, Alaaddin Tepesinde bir ulu çınar gibi, Selçuklunun silinmez bir mührü gibi durur Ulu Alaaddin Camisi. Sekiz yüz öncesinden selam ulaştırır bize.
Bu şehrin en az gezilen yerleri Arkeoloji ile Etnoğrafya müzeleri. Oysa bu zengin müzelerimizde bu şehrin tarihi ile sosyal yaşamı konusunda paha biçilmez ayrıntılar var.
Arkeoloji müzesinde bu şehrin dokuz bin yıllık tarihi gözler önüne serilir. Prehistorik çağlardan Doğu Roma İmparatorluğuna kadar binlerce nadir örnek, dünle bugünü kıyaslamasını sağlar insanın. Çatalhöyük kazılarında bulunan, cenin pozisyonunda yatan çocuk mumyası kolundaki bileziğiyle ne çok hikayeler anlatır görene, düşünene. Hele kabartmalarında onlarca mitolojik öykü barındıran muhteşem lahitler...
Bir şehrin geçmişteki sosyal yaşamını, geleneklerini, göreneklerini bulabileceğiniz tek yer etnografya müzeleridir ve bizim müzemizde küçük bir oya parçasından zengin halı kolleksiyonuna kadar çok değerli malzemeler sergilenir. Bu iki müzeyi gezmek bile insanın bir gününü alır.
Bu şehri tanımak için yalnızca müzeleri gezmekte yetmez. Bu şehrin ara sokaklarına dalmadan, ünlü kadınlar pazarımızın fotoğrafını çekmeden, oradaki insan ilişkilerini görüp yaşamadan, bedesten içine dalıp kalabalıklara karışmadan nasıl tanınabilir ki bu şehir?
Kayalı Parkta, Şerafettin Parkında yaşlı bir Konya’lıya sıcak bir merhaba diyerek Şems parkının çınarları altında yorgun bedeni dinlendirmek, asırlar öncesinden süzülüp gelen huzuru hissetmek kadar güzel birşey olabilir mi? Böyle huzurlu bir dinlenmeden sonra görmeye değer öyle güzellikler bekliyorki insanı.
Taş ve ahşap eserlerin sergilendiği İnce Minare Medresesi, Karatay Medresesi, Sahip Ata Camii ve külliyesi vb.
Karatay Medresesinde Kubad Abad sarayından getirilen çinileri izlerken Selçuklunun görkemli saltanat yıllarını yeniden yaşadığınızı hissedersiniz.
Yıllardır yerel gazetelerimizde son altı yıldır da Memleket Gazetesinde şehrimizin güzelliklerini anlatır dururum. Şehir merkezindeki güzelliklere bazen değinir geçerim.
Her fırsatta dediğim şudur, bu şehir öyle uğranılıp geçilecek bir belde değildir. Mevlana’nın iklimini yaşamak güzeldir ama görmeden olmaz, diyebileceğimiz çok büyük başka zenginliklerimiz vardır. Yeterki bunların varlığını elaleme duyurabilelim.
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.