Bu defa, Sergi geleneğimiz ve geçmiş kyafitlerimizi de içerecek biçimde geliştirmiş olduğumuz da 16. konuyu yeni haliyle ve 17 konuyla birlikte ve 4. bölüm olarak beğeni, takdir ve yorumlarınıza sunuyoruz. Umarız ki beğinir, ilgi ve zevkle okursunuz...
16- İlk Pantolonum:
Yukarıda da okuduğunuz gibi fistan giyerdik bizler çocukken. Neredeyse ilk okula gidene dek. Yokluk vardı. Terziye falan para verilmezdi. O fistanları analarımız dikerdi. Benimkini de Hanife Ebem! Eskiyen yerlerine de rengarenk yamalıklar dikerlerdi. Ellerine geçirebildiklerinden…
Altında don dolak, iç çamaşırı, gömlek falan olmazdı. Sadece bir fistan… Hepsi bu!
Sonraki yıllarda don dikilirdi bizlere. Aynı şekilde yine o öpülesi ellerde. Dış donu yani. Yukarı yanımızda işlik (bir nevi gülmek), alt yanımızda dış donu. Ağları geniş; neredeyse Adana Şalvarı… Analarımızın el hüneri…
Amerikan kaput bezinden dikilirdi çokça. Hazır alınamazsa şeker çuvalları kullanılırdı bu hususta. Durumu daha iyi olanlar alacadan dikerlerdi; alaca bezden…
Durum buydu. İşte o donlardan giyerdik artık dağa bayıra giderken.
Kendimi görmez de pek gülerdim çocuklara ben, arkalarından izlerken.
Öyle ya: Kuyruk gibi çarpardı sağa sola!
Giydikleri donların ağları da…
Hani; çocuklar yollarda gezerken!
Büyük erkeklerin pantolonu ise daha ziyade şalvarımsı yahut da zamanın modası olan yanlardaki cepleri şişkin, diz altı daracık, “……” denilen bir giysiydi. Gerek bunlar, gerekse en üste giyilen aba yahut palto türü giysiler kendi koyunlarımızın yününden kadınlarımızca eğrilme, kendi el tezgahlarımızda dokunma, el işi dokumalardan yapılırdı.
İçe giyilenlere “don”, “göynek” göyneğin üzerine giyilene de “işlik” derdik. İşlikler yakasız olurdu. Bunlar da kaput bezinden, yahut alaca denilen bir bezden yapılırdı ve kadınlarımız kendi elleriyle dikerlerdi. Pantolon, aba, palto türü şeyleri ise terziye diktirirlerdi. Tamirini ve yamalığını, yine kendileri yapardı.
Kadınlarımızın kıyafetlerinin dikimi terzi görmez, tamamen kadınlarımızın elinden çıkardı. Zaten o yıllarda onlar, “üç etek” denilen o meşhur Yörük kıyafetini giyerlerdi. Alt bölümde topuklara kadar inen, paçası kırmızı ve geniş, ancak büzgülü bir alt don bulunurdu. İç giysisi olarak, bir başka don ve “göynek” olurdu. Başa, eski para ve altın liralarla süslü “tellik” dediğimiz bir başlık tıkılırdı. Telliğin üzerine başörtüsü, üçeteğin ön bölümüne belden aşağı bir önlük, bele kuşak, göyneğin üzerine de mevsimine göre yelek yahut “delme” denilen yünden dokuma bir aba… Ne var ki genç kızların, genç gelinlerin yahut yaşlıların baş örtüleri farklıydı. Yaşlılar siyah, genç evliler beyaz bir örtü, evlenmemiş kızlar “yazma” alırlardı başlarına. Yine evlenmemiş genç kızların tamamı olmak üzere, yaşlı kadınların çoğunluğu başlarına tellik takmazlardı.
Dediğim gibi tüm bunların dikim ve tamirlerini kadınlarımız yapardı.
İşte tam bu yıllardı; köyümüzün emektar terzisi “Terzi Durali’ye” bir pantolon (pontul) diktirdi Dedem benim için. Hem de kadifeden…
Kahverengi ve çizgi desenli olanlarından...
Aslında oldum olası çalım satmaktan hiç hoşlanmam. Hattâ utanırım ben! Yine de çok hoşuma gitti tabii bu pantolon. Ve devamlı giydim o yıllarda onu.
““Terzi Durali’ye” diktirdim.” dedim de; Terzi Durali” deyip de geçmeyin ha…! Gerçek bir sanatkardı O. Yukarıda bahsini ettiğim, ilkokul sıra arkadaşım Süleyman Yıldız’ın babasıydı. Kendisi tarla işine pek gitmez sırf terzilikle uğraşırdı. Akıllı adamdı. Köy’ün tüm dilekçe ve senetlerini de o yazardı. Yazardı çünkü ortaokul görmüş adamdı. Ne yazı ki Ortaokul terkti. Okumayı çok istemiş ancak şartlar elvermemişti. Dolayısıyla kendi çocuklarını okutabilmek için elinden gelen her olanağa başvurdu. İki oğlunun ikisini de okutmayı başardı. Süleyman’ı anlattık zaten, büyük oğlu da Avukattır İstanbul’da.
Yine kadife pantolonuma dönmem gerekirse onu ilk kez bir “Sergi’de” giydim.
“Sergi” de önemliydi o yıllarda. Belki biricik eğlence ve buluşma zamanlarıydı. Dışarıda olan herkes “Sergi” için Köy’e gelirdi.
“Bolat Deresindeki” bağların üzümleri sermeye gidilirdi her Eylül Ayı’nın 1. günlerinde. Ve o günler tam birer şenlikti. O gün herkes en güzel kıyafetlerini giyerdi. Giymek ne kelime? Özel olarak sergilikler dikilir veya diktirilirdi. Önce Köy’ün önündeki “Yazı’da,” “Boz Belen” dediğimiz yerde erkekler toplanır eğelenirlerdi. Bu arada kadınlar ve kızlar yola çıkar, erkekleri geçerek “Yazın’ın” sonunda bulunan ve “Bolat Deresi’ne” doğru giden yolun üzerindeki “İnin Önü” dediğimiz mevkide toplanırlardı. Onlar da orada eğlenceye ve oyuna başlarlardı. Bu defa da silah ata ata erkekler yeniden yola çıkar, kadınları geçer, “Aşağı Eğridönecek” dediğimiz mevkie kadar gelirler, orada yeni bir şenliğe başlarlardı.
Şöyle ki:
Uzun namlulu silahlarla Ora’dan, “Karınderesi” vadisinin karşı yakasındaki, yani gündoğu yönündeki karşı yamaçta bulunan ve adına “Aktaş” dediğimiz, 40 cm. çapları civarındaki bir kaya parçasına nişan atışları yapılırdı. Ayrıca tabanca ile aynaya da atışlar yapılırdı. Böylece bu husustaki maharetler de sergilerdi.
Erkeklerden geride kalmış olan kadınlar, erkekleri burada ve bu faaliyetler yapılırken geçip giderlerdi. Doğruca dere’ye ve bağlarına….
Erkekler geriden gelirdi.
Dere’de Köy’ümüze ait bağ az olup daha çok yemeklik kullandığımızdan sergi işi az olurdu. Üzüm sermesi daha ziyade eğlencelikti. Köylülerimiz esas itibariyle ve elbirliğiyle gezip eğlenirlerdi. Dere’de çimilir, suyunda yüzülür, balık tutulur, Hitit kalıntısı olan kaya mağaralar (Kale) gezilir, birbirleriyle sohbetler edilir, yenilir içilir, İkindiden sonra ise yorgun argın Köy’e dönülürdü.
Aslında Gederet ve Bolat Köyleri de sergiye aynı gün gelirdi. Fakat sanırım Onlar Bizim Köylüler kadar eğlenmezler, daha çok kendi işlerine bakarlardı.
Bu tarz sergilerin yerini şimdilerde sanırım, son yıllarda gelenekselleştirilen ve yılda bir kez düzenlenen, gerek geride kalan, gerekse yad ve yabana gitmiş köylülerin buluşup kaynaştıkları köy şenlikleri aldı.
O pantolonu ilk giydiğim o sergiden sonra çoğunlukla ve devamlı giydim.
Giydiğimde, yan gözle görüyorum?
Doğrusu geçilmiyordu bana gıpta edenden…! Özellikle de çocuklardan….
Dedeciğim benim! Allah’ım seni de öyle bir giydirsin ki, sana da gıpta etsinler. Ve gıpta edenlere de giydirsin Allah’ım! Haset edenleri değil…
Eh, hasetçiler de kendilerine çeki düzen versinler.
Geçip gidenleri de bağışlasın Allah!
*****************
Bu pantolon aslında başıma bazı işler de açmadı değil hani.
Bir de anamın bana Gederetten getirdiği yiyecek türü hediyeler. Amasya elması, ceviz falan…! Hani Bizim Köy’de pek bulunmayan…
Saf bir yanım var ya yani?
İşte tüm bunlarla birleşen işler…
Bazıları çok varlıklı sandı beni. Bizi yani! Eh, ekmeğimiz kendimize yeterdi. Kimseye gıpta etmedik şükür!
Durum bu iken, Şevket Emmimin Hamdi çıkageldi bir gün yanıma.
Yalnız değil; mahallenin cümle çocuğu yanında.
Neymiş Efendim; “Antika eşya bulacaklarmış…!?”
“Düşünde görmüş” Emmimin Hamdi. “Köyden koruya, doğu, yani Konya istikametine çıkılırkenki, bir karslıkta (bir nevi çöplük) antika eşya varmış. Kazılırsa mutlaka çıkarmış. Satınca çok para yaparmış…”
İyi de git kendin kaz; bize ne? Niye paylaşıyorsun onca parayı bizimle? Bizdeki de akıl işte! Çocuk aklı… Eh; saflığım da üstümde. Güya iyilik yapıyor Hamdi bize…
Ama yapar O. Çok yaptı zaten? Uyanık asker(!) Git emsaline takıl madem. 7-8 yaş da büyük bizlerden…?
Görünürde hepimizde bir sevinç. Ben de takılıyorum peşlerine. Doğruca tariflediği Karslığa... Elinde kazma; O kazıyor biz seyrediyoruz! “Ne çıkacak” merak ediyoruz?
Biraz kazınca; aaa…! O da ne? Bir bacağı kırık, küflü bir saç kırkma makinesi… Güya havalara uçuyor Hamdi. “Tamam; işte bulundu! Bulundu antika; bulundu…!”
Bizler de seviniyoruz! İyilik olsun, güzellik olsun bence.
Allah bolca versin herkese…
Ama iş öyle değil, dümen bize dönmede…?
“Allem edip, kalem edip” o küflü makineyi satıyor Hamdi bana.
Üç – beş ceviz ile bir elmaya…
Ulan tutup istesen ya!
Vermeyen mi var sana?
Kandırma da nenin nesi…
Ey Allah’ımın; akıllı serserisi…!
Durumu anlayınca çok kızıyor Mustafa Emmim bana...
Hani şu malum saflığımdan yana.
Allah’ım hep iyilikler ve iyiler ver Amcama.
Hamdi’ye de bolca bolluklar… Ve mutluluk veren gürlükler…
Hem burada; hem orada…
17- Fatma Ebemi de Götürdüler!
Fatma Ebem Bizim Köy’deki Çakırgillerin kızıydı. “Çakır’ın Mustafa” dedikleri adamın…
İlk evlendiği kocasının adı Ahmet’ti. Ancak bu Ahmet kimlerin Ahmet’iydi doğrusu onu bilmiyorum. Tek bildiğim Ahmet’le birlerini çok sevdikleriydi.
İşte bu Ahmet, Fatma Ebemin elindeki düğün kınaları bile çıkmadan daha… Doğruca gitmişti askere… Ta Yemen’e… “Seferberlik yıllarında” yani… Bir daha da dönememişti. Künyesi bile… Kendisi gaipti!
Elinin gelin kınasıyla, Fatma Ebemi bırakıp gederken askere: “Seni çok seviyorum Fatma! Dönersem seni mutlu etmek için gereken her şeyi yapacağım! Dönemezsem seni sıratta beleyeceğim..!” demişti. Ve de dönememişti. Dönebilse, hayatını Fatma’sına hasredecekti muhakkak ki… Ama yapamamıştı!
Fatma Ebem savaşlar bittikten sonra 7 yıl da gaip yolu gözlemişti. Ama Ahmet’i dönmemişti. Sağ olsa, mutlaka döner gelirdi… Ve O Muhakkak bir şehitti… Fatma Ebem de şehit eşi…
Sözün burasında; Muharrem ERTAŞ gelir aklıma… Bir şehide ağıt yakarken; “Sağ olsaydı, döner gelirdi dediler bana!” diyen muharrem ERTAŞ...
Ve:
“Akşamınan yüklediler göçümü…
Bilmeyenler sorar benim suçumu…?
Babamın evine vardığım akşam;
Ben ağlarım kapılar çeker içini” derken…
Ve o bu tarz dönüşler, böylece türküleşirken…
Bu türkülerle, kapıların iç çekileri dahi hissettirilirken...
Bilenler bilir; bilmeyenler ne bilirken...?
Evet; bilenler bilir…? Fatma Ebemle Şehit Kocası Ahmet’in evi, “Topal Halil” lakabıyla maruf, Rahmet Halil TURHAL’ın Bizim Köy’de kullandığı evdi. Orayı ilk inşa edenler Fatma Ebemlerdi yani.
Bizim Köy’e Konya yönündeki korudan girildikten sonra batıya, Bozkır’a devam eden ana yol takip edilince Köy Camisi’nin üzerindeki “Kayanın Başı” dediğimiz o seyirlik mekana gelinirdi. Ki oradan öbür mahalle olduğu gibi seyir olunur. Tüm güzelliğiyle... Ta Toros eteklerindeki Üçpınar Nahiyesi ve dağları, Hisarlık, Işıklar, Acılar Belde ve Köyleri ile “Asar Dağı” dediğimiz Zengibar Kalesi'ne kadar… Dağ vadi, orman ve kayalıklarıyla...
“Kayanın Başı’ndan” aşağıya, karşı mahalleye doğru, yaya yoldan inilip de yeniden kamyon yoluna kavuşulduğu yerin az ilerindedir bu ev. Yolun üzerinde ve hemen sağ kolda.
Oradan sonra zaten, Köylünün genel toplanma ve uğrak yeri olan “Karakütük” mevkiine gelinir. Devamla araba yolu Köy'den ayrılır, Bozkır’a doğru yön alır...
*****************
Gel zaman git zaman sonra Delimam Dedemle evlenmişti...
Anlatıldığına göre Delimam Dedem her açıdan mahir, yetenekli ve becerikli bir adamdı. Zamanın geçerli zanaatlarının hepsi elinden gelirdi. Üstelik en güzellerini o yapardı. Aynı zamanda oldukça seri… Zanaatlarını öğrenmek konusunda usta görmemiş, kendi gözlem ve mantığına dayanırdı.
Namlıydı… Bu nam Konya havalesinin her yerinde duyulur, bilinirdi. Bu namı daha çok sahavetinden kaynaklanırdı. Yemeyi değil, ikram etmeyi severdi… Dolayısıyla namı, çocukluğumda dahi sürerdi…
Öleli 30 yıl civarında zaman geçmesine rağmen herkes O’nu tanırdı. “Ben Delimam’ın torunuyum!” demiş olmam bir ayrıcalıktı. Bu ayrıcalığın sağladığı kolaylığını hissederdim hep. Çünkü böyle deyince gittiğim yerlerdeki kapalı kapılar bile açılırdı adeta bana. Hem de sonuna dek…
Cesur ve önder bir kişilikti. Kendisi seferberlik yıllarında köyün Muhtarlığını yapmıştı.
Muhtarlığı döneminde ve o yıllar itibariyle, Türkiye’de kurulan ilk “Müdafaa-i Hukuk Teşkilatlarından” biri olan “Bozkır Şubesi”nin” kurucularındandı. Pasif bir kurucu olarak kalmayan aktif bir üyeydi. Bu Teşkilat’ın Köyler Temsilcisiydi.
Mert, inanılıp güvenilen bir adamdı. İyilik sahibiydi. Kimsenin arkasından oynamaz, kuyusunu kazmazdı. Yaptığını ve yapacağını açıkça yapan bir insandı.
Durumu buydu.
Buna rağmen Fatma Ebem, Delimam Dedemle evlenmeye pek yanaşmamıştı. Çünkü Delimam Dedemin önceki evliliklerinden olma 7 tane çocuğu vardı. Hatta sanırım bunlardan 2 yada 3 tanesi de kendisinden büyüktü.
Böylesi bir ortamda kurulacak ilişkinin tedirginliğini hissetmişti. İşte bu nedenle bir hayli soğuk bakmıştı bu evliliğe. Şaşmış yanılmış; yine de “evet” demişti. Belki şartlar zorlamıştı… Bilemiyorum.
Ne var ki kendisi Delimam Dedemi oldukça sayar, severdi…
Eh, “kader” diyelim, “kader”...
Kendi ellerimizle yaptığımız için C.Allah’ın da “Al ya kulum!” diyerekten “Ol!” ve onay verdiği türden bir kader…
Nitekim sonuç beklediği gibi olmuştu. Üveyliğin çelişkilerini yoğun biçimde yaşamak zorunda kalmıştı. Hem de yalnız başına…
Bırakın kendilerini, bu çocukların çocuklarından bile çekmişti garibim Ebem… Ve nice gönül ezgileri görmüştü!?
Delimam Dedemi sevmek çilelerine engel olamamıştı. Gönlü yaralı, insan canlısı, çilekeş Ebemin…
Öyle ya:
Delimam Dedem, Fatma Ebemle evlendikten kısa süre sonra cezaevine düşmüştü. Tam 9,5 sene yatmıştı orada. Ömrü çıkınca da vefa etmemiş, 2 sene sonra vurularak ölmüştü. Anamsa 1 yaşında kalmıştı.
Çileli yollar senin olsun Ebem…
****************
Ben doğmazdan 1-2 yıl kadar önce ilk çocuğu Veysel Dayımı da yitirmişti. Üstelik cahilcesine… Hem de 33 yaşındaki gencecik bir adamı…
Anladığım kadarıyla biraz soğuk algınlığı vardı rahmetli Dayımda. Yatıyordu… Bu arada, Bolat Deresi’nin yaya yolu üzerinde bulunan ve “Yukarı eğridönecek” mevkiindeki o sarnıcın temizlik çalışması yapılacakmış. İmece yöntemiyle… Bu çalışmaya gitmemeyi kendine yakıştıramayan Dayım kendisini daha da üşütmüştü.
Ağırlaşarak tekrar yatmıştı. Yatış o yatıştı. “Doktor, ilaç, falan” yoktu! Hastalanılınca yatılır; iyileşince kalkılırdı. Dayımsa yattıkça ağılaşmış 40. günde ise rahmetli olmuştu… Sanırım zatürree olmuş, kurtulamamıştı.
Geride Ebeme bir de emanet bırakmıştı. 6-7 yaşlarındaki Bizim Fadimana’yı…
“Dedemle Hanife Ebemin Sevinci” başlığı altında da yazdım; çocuğun sahibi baba taraftı. Bu durumda Fatma Ebem yani...
Anam Geredret’e gidip de Ebemi de yanında götürmeye davrandığı sıralarda Fadimana 13-14 yaşları aralığındaydı. Yetişmekte olan bir genç kızdı… Fatma Ebemse giderek yaşlanmakta…
Durum buydu.
Ebemin değerlendirmesine göre; “Anamın yaptığı evlilik kendi yaptığından da beterdi.”
Öyle ya:
Mahmut Efendinin önceki iki evliliğinden olma 8 çocuğu vardı. bunlardan iki tanesi evli, diğerleri yola bakardı. Bakmayın öyle dediğime, gerekirse her biri yılan gibi sokardı. Nitekim çok soktular da Anamı… Hattâ korunamayan beni…
Ebem açısında asıl önemlisi bu değildi? Mahmut Efendi’nin kendisini de gözü pek tutmamıştı. “Çocuklarından ziyade asıl sorun O’ndaydı.
“Adam fazla art niyetli, uyanık, tabir caizse tam cindi…!
Renk vermez her türlü oynardı. İnsanların zaaf noktalarını iyi bilirdi. Bu noktaları iyi kullanırdı. Birini, diğerine karşı kışkırtarak iş ayarlardı. Bildiği dinsel bilgilerle de avlardı insanlar. Onun bu durumunu herkes anlayamaz, kendini iyi saklardı. Yani kendini dinsel değerlerle de aklardı. Daha doğrusu kendini bu tarz değerlerin arkasına saklardı.
Kendisi açısından sorumluluk yüklenmez, işi yazgısal bir kadere bağlardı.
Hasılı:
Görünen düşüncelerinin bir de görünmeyen arka plânı vardı Adamın”
Durumu böyle görüyordu Fatma Ebem. Dolayısıyla bu evliliğe asla onay vermiyordu. Ancak vermese de fayda yoktu. Olan olmuştu. Anam kendi işini kendisi becermiş, kendi ateşini yakmıştı.
Yakmıştı ama…
Ebem kendini bulaşmak istemiyordu bu ortama… Emanetindeki Fadimana’yı da…
Bu ateşin farkına varsa, zaman zaman kavga gürültü çıkarsa da Anam, Mahmut Efendi’nin ağzına çok bakardı.
Belki anamın aklını iyi çelerdi adam. Gerçi kimlerin çelmedi de…?
Zannımca Anamı bir punduna getirir mutlaka kandırırdı… Sanırım ayrıca O’na karşı zaafı da vardı Anamın. Bir açıdan kızsa da, değer verdiği muhakkaktı.
****************
Durum buydu.
Buna rağmen işin görünür cephesinde öne sürülen gerekçeye bakılırsa: Anamdaki sorumluluk duygusu kabarıyordu. Ne de olsa hayattaki tek evlâttı. Annesini Yelbeği’de tek başına bırakamazdı. Dolayısıyla yanına, yani Gederet’e götürmek istiyordu... Gitmek konusunda direniş gösteren Ebeme dönük baskılarını da artırıyordu. Zannımca bu alanda Kocası’nın akıl hocalığından haylice yararlanıyordu. Ebemse direnişlerini sürdürüyordu. Sanırım Anamı gözden çıkarmış, ileriye dönük olarak “Fadimana’yla dayanışarak yaşamak” temayülü gösteriyordu. “Sanırım” değil, durum mutlaka öyleydi.
Ebeme yönelen bu baskıların görünürde öne sürülen cephesi dışındaki işin arka planlarına aklım pek ermiyor. Mesela: Yukarıda da kısmen izah ettiğim üzere, Ebemdeki maddi varlığın Anamdakinin en az 5-6 hatta 7 katı olmasının, ileride buradan intikal edecek mirasta Fadimana ile ortak bulunmasının bu husustaki rolünü pek bilmiyorum. Daha da ileri gidersek; Annesi Fadimana’yla kalırsa bu anlamdaki kendi payının nasıl bir sürece gireceği konusunda endişe duyup duymadıkları hususlarının dölünü de… Bu tarz konularda vebal almak istemiyorum. Bunu sadece bir zan ve soru olarak, ileride anlatacağım gelişmeler karşısında haklı olarak, ve konumuzun daha iyi anlaşılmazsı bakımından ortaya koyuyorum.
Bu çelişkiler neredeyse 1 yılı çoktan astı. Bu aradan Annem Kardeşim Veysel’i getirdi dünyaya.
Bu arada Fatma Ebeme dönük baskılarını da artırdı…!
En son yemin billah etti Anam! Ve restini çekti!
“İşte bu gelişim son!”
Fadimana’yı kastederek:
“Şu Kıza Anası bakmazsa…?
Ki bakmadı… O’nun asli sahipleneni Fatma Ebemdi. Gerçi aradan bir yıl daha geçmiş, Fadimana 14-15 yaşlarına varmıştı.
“Bu Çocuğu da yanına alır ya benimle gelirsin, yahut bir daha asla gelmem buraya. “Anam var…” diye dönüp bakmam yüzüne…! Alakayı kesinlikle keserim seninle! Ne halin varsa görürsün bu çocukla! Başına ne tür işler gelirse de…! Hem bakalım sahip olabilecek misin sen bu Kız’a? Üstelik O’da sana?” diyerek son tehdidini savurdu!
Hayır, hayır… Tehdit değil, ciddiydi! Sanırım bunu yapacaktı. Bu sefer sondu.
Söylediğine göre Anam kendisi, Gederet’te yeni bir ev yapmıştı; Mahmut Efendi’ninkinden ayrı… Burada oturulacaktı yani…
Fatma Ebem çok düşündü! Kendisi neyse neydi? Nerede olsa ölebilirdi! Lakin Fadimana için çok düşündü. O’nun geleceği açısından endişelendi.
Gitmemek şartlarında endişendi ancak gidiş şartları için de endişe duyulması gereken yanlar vardı. “Mahmut Efendi’nin çocuklarından birisiyle Bu’nu da evlendirebilirler !” diye de korktu! Gelecekleri açısından bu durum dahi önemli bir tehdit idi...
Bu iki tehdit arasında gidip, gidip geldi. Sanırım Yelbeği’deki durum daha tehlikeli göründü… Neye sayarsanız sayın…! Anamın taleplerinde yana taviz verdi.
Öyle ya: Nasıl olsa henüz kendisi sağdı. Fadimana’yı elinden geldiğince korurdu. Üstelik bu hususta Anamdan yardım da alırdı. Kim bilir başkaca neler hesapladı? Ancak nihayet son karanı verdi.
Evet; gidecekti...
Gidecekti ama beni aldı bir tasa…
O da çok severdi beni; ben de O’nu. Beriki dedemler gibi sevmeyi bana öğretendi… Soğuk gecelerde kucağında beni ısıtandı… Doğrusu bu gidiş dokunacaktı bana…! Bakalım işler nereye akacaktı ve ne yana...? Onlarla gitmek gibi bir fikirse, yoktu bende asla.
Fatma Ebemin götürme yolunu açtılar böylece. Nihayet götürdüler Onu da! Hem bizlerden, hem çevresinden kopardılar…
Umarım gittiği yerde tutar ve tutunurdu Fatma Ebem…?!
******************
Güz gelip de dağda bayırda bulunan mahsuller toplanınca bir kamyon buldular. Göçü yüklemeye koyuldular…. Fatma Ebemin göçünü…
Ben de varıyorum göç yükleme yerine!
Bu göçle önemli bir yanlarım da benim gidiyor… Zordayım…! Üzüntülerdeyim…! Fatma Ebem gidiyor…! Anamın gitmesi koymadı ama, Fatma Ebem yıkıyor…! Dışım değilse de içim ağlıyor…!
Derken yükleme bitti. Anam yanıma geldi.
Bana: “Seni de götüreyim?” dedi.
Doğrusu gidesim yoktu…
Fakat! “Ebemin gittiğini” söyledi…?
Biliyordum; işte gidiyordu…!
Biliyordum ama…? Öyle söylemesi “sanki ebedi gidiyormuş” hissi verdi bana… Böylece ben de davrandım gitmeye..
Bir anda arabada buldum kendimi.
Beni kamyonun şoför mahallinde Fatma Ebemin kucağına oturttular. Yola çıktık. Ara sakaklardan kıvrılarak ana yola çıkarken Bizim Evin altında bulunan Kâzım’ın Evi’nin önündeki düzlüğe geldik. Oradaki küçük harmana…
Hani dedemin Kağnı çulunu kestiği zamanki dibinde oynamakta olduğum pelidin yakınına…
Aaa…! O da ne?
Kara Mehmet Dedem kamyonun önünde!?
Kesti önünü…!
Durdurdu kamyonlarını.
Dedemin gücü daha yeterdi…
Az ileride Hanife Ebem de beklerdi.
Açtı Dedem Şoför mahallinin kapısını. Bana seslendi: “Biz buradayız; nereye gidiyorsun?” dedi.
İki ara, bir derede kalan aklımı başıma getirdi.
Öyle ya ne işim vardı benim Gederette…?
Kucaklayıp indirdi beni.
Diğerleri de ses etmediler benim inişime ve indirilişime.
Özellikle Fatma Ebem olmak üzere Anam ve Fadimana’yla vedalaştık.
Fatma Ebemleyse hem kucaklaştık; hem ağlaştık…!
“Ben seni yoklamaya gelirim!” dedim, O’nu yolcu ettim.
Bu fotoğraf hiç gitmez aklından…
Hay benim güzel Dedem…!
Allah razı olası Dedem...
Allah’ımın yanından hiç ayırmayası Dedem…
Sen olmasan kim bilir daha ne derece ezilirdim ben!
Yukarıda anlattım bir nebze; bu tarz hırpalanmalardan.
Hem kültürümüzde çocuk babanındı. Dedemlerin de kendilerince bir şanı ve şerefi vardı. Vermek isteseler bile vermezler… Hem veremezler hem vermezler…!
İyi ki de vermezler… Çünkü madden ve manen çok ezilirdim ben… Her ne kadar Anam çalışsa, malı mülkü olsa da… Yine de çok ezilirdim…! Güya el ekmeği yemiş olmaktan… El terbiyesi görmüş olmaktan…
Neyse onlar gittiler; biz de kendi evimize çıktık…
Bu yanlışı da böylece savuşturduk!
Ancak yine de inanır mısınız? Bu kopuş çok dokundu bana. Fatma Ebemden yana… Çok severdim rahmetliyi. O da beni.
2 yaşımdan sonrasını net olarak hatırlıyor olmama rağmen, Anamla Babamın birlikteliklerini hiç hatırlamam ben. Zaten ayrıldıklarında 18 aylık civarındaymışım. Dolayısıyla ortam hep doğal göründü bana.
İki Ebem, bir Dedemden gördüm, onlardan öğrendim güvenmeyi… İnsanı ve insanlığı sevgiyi… Doğru söyleyip, dik durmayı… Kimse hakkında olumsuz düşünmemeyi…
Durum bu olunca Anamın gidişini doğal bulmuştum! Ancak Fatma Ebem kavurdu beni. Asıl ailem belki o zaman bölündü.
*****************
Sanırım Fatma Ebemin Gederet hayatı bir yıl kadar sürdü. Ancak bu Köy’deki yaşantıyı ne benimseyebildi; ne de ortamına ısınabildi. Hattâ, bilebildiğim kadarıyla malını mülkünü bırakıp, olabilecek riskleri de göze alarak kaçmayı bile düşündü Ora’dan. Hem de nereye olursa… Düşündü değil denedi bunu… Fadimana’yı da alarak yanına…! Ancak başaramadı. Kaçmakta oldukları gören Anam ve kocası tarafından zorla yollarlından çevirdiler!
Bu arada hem Anamın hem de Fatma ebemin Bizim Köy’deki taşınmazlarının önemli bir bölümü satılmış, paraları kuşaklar içinde Anamla Mahmut Efendi’nin bellerine sarılmıştı. Fadimana ve Mahmut Efendi’ninkilere ise dokunulmamıştı.
Bu sıralarda bir defasında ben, Hanife Ebemden izin alarak o çocuk yaşımda (5-6) ta Ora’ya gidip Fatma Ebemi ziyaret ettim. Anam ile Mahmut Efendi yoktu. Anamın ısrarlarıyla göçmek üzere yer beğenmeye gitmişlerdi. Hem İzmir’e…
Hatırladığıma göre vardığımın ertesi günü Ora’da kaldım. Daha ertesi günü de geriye döndüm.
Kendin gidip görmedim ama Anamlar aynı yıl İzmir-Torbalı-Ayrancılar’ın merkezinden 4 dönüm şeftali bahçesi aldıklarını duydum. Bunun içine de bir ev yapmışlar.
Ve göçeceklerdi Anamlar… Ta İzmir’e
Dönüşlerinden sonra Köye gelip, Fatma Ebem ve Anamın geride kalan sair taşınmazlarını da sattılar. Satılmayansa; milletin beğenmediği işe yaramaz bir bağ ile iki tarlaydı.
Dediğim gibi Fadimana’nınkileri satmadılar. Bakıp yemesi için Kendi Annesine verdiler. Lakin bu mallarla da ilgilenmedi O…!
Asıl vebal kimde? Doğrusu onu bilmiyorum ancak daha sonra Anam bana yöneldi. “Satılmayan Ebeme ve kendine ait bu yerleri, gelecekteki “ana hakkımın” yerine bana vermeyi ve teminat olarak da Babamdan senet almayı” teklif etti. Ben çocuk aklımla sevindim buna. Anamın söylemesi üzerine, gelip durumu anlattım Babama. O kabul etmedi bunu!
“Satılmayan iki kıytırık yerle seni çırak çıkaracaklar. Seni çırak çıkarmalarının önemi yok lakin, senin adını “Meymet’in payını verdik’e!” diye çıkaracaklar (dillendirecekler). Böylece toplum içinde akıllarınca uyanıklık yapacak, vicdanlarını rahatlatacaklar. Bu oyuna gerek yok. Hem zaten O’nun malına ihtiyacın da yok senin. Buna eğinti edemeyiz!” dedi…
Dedi de.. Meğer ne kadar da doğru söyledi…
Beni görünen bu tehlikenden engelledi.
Keşke sonra da engelleyebilseydi…!
Mahmut Efendi’nin yakınından, yöresinden evlenmek zorunda kalırken yani…
Mal konusunda benim için böyle düşünüp uygulamaya girişenlerin Fadimana için bir kısım plânlar yapmadıklarını düşünmek hiç de akıllıca görünmüyor şimdi bile bana…
Zaten bana dönük bu tarz kavgalarını Mahmut Efendi ölene dek sürdürdüler ya!
Nitekim gelişmeler Babamın yukarıda anlattığım o öngörüsünü doğrulamıştı. İleride de değineceğim üzere çok kısa irdelemek gerekirse:
1962 yılının sonunda göçtükleri bu yerden geriye döndüler…
1970 yılında da satmak zorunda kaldı anam orayı. Bu para ile Göksu kenarındaki bağını sulamak için bir su motoru düzeneği kurdu sadece. Uzunca bir süre çırpındıysa da oralarda… O da dikiş tutmadı sonunda. Ve su motorunu bir dana ile değişti. Bu danayı da bizim Veysel kesti yedi… “Veleddallin. Amin.”
Buna benzemez ne kayıplar; ne kayıplar…
Oysa dönmeseler Anamda en az 50.000 lira daha peşin para var. “Bu para ile Torbalı Ovası’dan 500 dönüm arazi alabileceğini söylüyor…” Gerçi beni ilgilendirmese de hiç birisini değerlendirtmedi Anama. Oradan sakınırken, buradan sakınırken yani ya… Ve bu yönde her türlü hinliğe başvurdu…
Hatta beni… Özellikle bu alandaki olanaklardan, elinden geldiğince uzak tutmak için beni…
Sanırım bu arada, Fadimana’nın Ebemden alması lazım gelen baba hissesi de arada kaynadı.
Bir tabir vardır: “İte yedirip, şeytana duasını okutturdu” vallahi…
Hasetlik soktu işin içine de, kimselere yar olmadı…
Ve anam çok çalıştı; tutunmak için hayata…
Ve bedenen de…
Ne var ki; boğazına bile yiyemedi…
Hepsini batırdı; çalıştığını bile…
Ve her zaman “kıt kanaat” geçindi!
Nihayet 800m2’lik bir arsanın içinde küçücük bir evi var Konya’da.
Şimdi Kendisi Ora’da…
Rabbim Uzun ömürler versin ve acısını gösteremesin…
Burada şaşırttı, öbür yanda şaşırtmasın…
Burada çektirdiği ızdırap ve yokluğu orada çektirmesin!
****************
Bu arada 1961 yılının güz ayları gelmiş, bende İlkokul’a başlamıştım.
Anam bir kere daha geldi Bizim Köye; beni alıp götürmeye…
Yine iki ara, bir derede bıraktı beni… Aslında Fatma Ebemi Özlemiştim! Gitmeye temayül gösterdim yine… Hem bu kez gidilecek olan yer, Gederet değil İzmir’di… Salak çocuk! Sanki şartlar değişirmiş gibi…
Bereket; bu defa da Mustafa Emmim Engelledi…
Nereden olmuşsu, haberdar olmuş durumdan! Yolda önümüze çıktı rahmetli. Aldı Anamın elinden beni; geri geri getirdi…
Ey Allah’ım…! Sen de Emmimi verme yanından…!
Anam ısrarcı olamadı.
Sonraki beyanlarına bakılırsa: “Babamlardan soğuyup gitmemi de istemedi…”
İyi ki öyle düşündü…!
Keşke hep öyle düşünseydi…!?
Düşünmedi…!
Geldi, geldi; parçaladı beni…
Özellikle, özel hayatımın seyrini...
Anlayana…
Buna izin verip parçalattım ben de!
Anlayana…
Saf ve salakçasına hem de…!
Bu duyguları anama karşı şimdilerde duyup, bu sözleri söylemekte olduğumu sanmayın sakın! Bu sözler o günlere aittir. Şimdilerde bu konularda kesinlikle bağışlıyorum kendini.
O’ndan helâllik diliyorum.
Bu acılarımızı da kefaret ediyorum veballerimize…
****************
İzmir’e göç edişlerini görmedim artık hiç birini. Mutlaka Ebem çok görmek istemişti ancak beni. Sanırım ben de O’nu...!
İzmir’e gelişlerinde, Ayrancılar’daki şeftali bahçesini ve çevresini çok sevmiş Fatma Ebem.
“Böyle yer satılır mı?” diye satanın aklına pek bir hayretle bakmış…
Bahçenin alt yanında dere, üst yanında arık…! Göksu Vadisi’ne bir saat inilip, bir saat yaya çıkmak gibi yol yürümek de yok… Ve her şey elinin altında… Üstelik verimli ve bitek… Öyle ya: Fatma Ebeme başkaca ne gerek…?
Fakat Mahmut Efendi buralara pek intibak edememiş.
Geriye dönmek üzere ısrarlara başlamış.
Zaten O’nun malları satmamıştı biliyorsunuz! O, çoklu plânı olan bir adam…!
Haksızlık etmeyelim. Yine kalma adına çaba göstermiş!?
Nasıl mı?
-O zaman itibariyle, şimdilerde Selçuk-Belevi önündeki şeftali tarlaları çayırlık, mera imiş. Kapanın elinde kalıyormuş. Nitekim millet gelip çayırlıkları tarlaya çevirmekte, öylece sahiplenmekteymiş. Bedavadan yani. Durumu kendi oğlanlarına teklif etmiş. Onlar, pek ilgilenmemişler bununla… Sebebini bilemem yine de.
Anlaşıldığı kadarıyla Mahmut Efendi’nin kafasındaki gerçek plânlar işlememektedir. Durum budur. Bu plânların çalışmadığını görünce bir başkasına devreye almaktadır. Bu da geriye dönüştür. Dönmeyi dayatmaktadır şartlar altında. Ancak dönme gerekçelerini kısaca değindiğimiz asıl nedenlerine dayandırmamaktadır.
Bambaşka gerekçelere, mesela: İzmir bölgesindeki giyim-kuşam ve sosyal hayata dair itirazlarına dayandırmaktadır… “Buralarda kalarak neslini cehenneme sürükleyemeyeceğini” söylemektedir!
Hayret ki ne hayret…!
Neslinin %70 aynı bölgelerde şimdi. %25 kadarı da Konyalarda… Geriside kendi köylerinde… Kurtardı elhamdülillah…
O tam bir hocaydı… Aynı günümüzdeki gibiceydi… Günümüzdeki siyasal iktidarı ele geçirerek zenginleşen dindarlar gibi… O tarz adamların hocaları cinsinden biri… Tıyneti de, zihniyeti de aynıydı!
-Yukarıdaki anlatımlarımda da ansıttığım gibi; Fadimana’yı Oğlanlarından birisine doğru yönlendirmeye başlamış. Bu durumdan Fatma Ebem hiç hoşlanmamış. Kaldı ki araları soğuk, ısınamamışlar birbiriyle...
Fatma Ebem bu girişimi engellemiş…
Mahmut Hoca’nın bu talipliğine olumlu açıdan bakamıyor artık. Kim bilir ne planlar var kafasında. Belki de anadan tam olarak elde edemediğini parayı o yoldan elde edecek! Malum; Anamdaki para hem Anamın, hem de Ebemin taşınmazlarının parası… Ebeminkinde Fadimana’nın da payı var! Belki bu noktaya oynuyor Adam. Bilemem… herkesin vebali kendi boynuna…
Az önce: “Fatma Ebem, Mahmut Efendinin Fadimana’yı ele geçirme girişimi engellemiş.” dedim de… Bakın nasıl bir fırsat yakalamış bu iş için kendince?
Ancak buradaki Amacı sadece Fadimana’yı Kurtarmak değil. Kendini de kurtarmak. Anamın durumunu da rahatlatmak…
Torbalı Çapak Köyün’de Şimdilerde Rahmetli olan; Konya- Bozkır Sarıoğlan’dan göçme bir adam vardı. “Gırlı İbrahim” (İbrahim TOK) derlerdi. Ağırlığı olan bir adamdı.
Bu adam Delimam Dedem’in cezaevi arkadaşıydı. Sarıoğlanda’ki çiftliğin sahibi olan “İbrahim Bey’i” vuranlardan birisiydi. Bu nedenle düşmüştü dama. Damdan çıkınca defalarca Fatma Ebemlere gelip gitmişti bizim Yelbeği’ye… Lakin, İbrahim Bey’in Hanımı, Naciye Hanım’ın baskıları karşısında Köy’de barınamamış, başını yeniden derde sokmak da istemedğinden Ora’yı terk etmişmiş.
Hasılı, tanırmış Onları… Fatma Ebemlerin Ayrancılar’a göçtüklerini duyunca derhal ziyaretlerine varmış. Bu arada Bizim Fadimana’yı görmüş. Anlatmakta olduğum ortamlardan haberi bile olmayan “Gırlı İbrahim”, bu gelişin hemen ertesinde kendi oğlu için talip olmuş bizim Fadiman’aya…
Duruma görünür cepheden Anam, görünmez cepheden Mahmut Efendi şiddetle Muhalefet etmişler. Fakat Fatma Ebem olanca gücünü ortaya koyarak onları geri püskürtmüş bu defa! Çünkü olacakları öngörebiliyor ve hayat memat meselesi bu durum kendince.
“ Çocuk benim; siz karışmayın!” demiş… “Bu’nu sizlerin arasında yem yapamam… olmadık maceralarınıza koşum katamam!... vb.” sözlerle Fadimana’nın sözünü kesmiş. Bu sözün bozulmasına meydan vermeden, kaşla göz arasında Fadimana’yı oraya yerleştirmiş…
Annemler dönerse, burada onlarla dayanışarak yaşamayı düşünmüş! Bunun ortamı son bir kez daha değerlendirmek üzere Fadimana’nın yanına gezmeye gitmiş. Bu esnada anlamış ki kendine uygun bir yaşam ortamı orada da yok! Çaresiz ve umutsuz dönüş yapmış geriye.
O yıl ben ilkokul’un 2. sınıfındaydım.
Nihayet Geri dönüş için karar verilmiş. Bu arada 1962 yılının güz mevsimleri de gelmiş. Hattâ o güzün son günleri…
Fakat Fatma Ebemin bu dönüşe rızası hiç yokmuş. Dolayısıyla dönüş fikrine kesinlikle sıcak bakmamış. Gederet’teki ortama kesinlikle yeniden dönmek istememiş.
Bu kez de Ayrancılar’da kalmayı tasarlamış. Bunu da Fadimana’yla yapmak istemiş. İstemiş istemesine de, kalmak için ortam ayarlayamamış.
Ve Anama dönmüş son umut:
“Olan oldu, bırak bu Adam’ı nereye gidecekse gitsin! Veysel’i (Mahmut Efendi’den 1960’ta doğan kardeşimi) al yanına”, (beni kasıtla) “Meymet’i de getir buraya, kendince bir düzen kur ve kal buralarda” demiş.
Demiş ama Anam bunu dinlememiş.
Gerçi dinleseydi nereye doğru akacaktı hayatın mecrası; ve beni nasıl etkileyecekti böylesi gelişme orasının pek bilmem ama…! Bu dönüşten sonra bir kız çocuğu daha dünyaya getirdi Anam. 1964 yılının bahar aylarında... Adını Fatmaana koydu. Anasının adını… İyi ki de oldu… Doğrusu Fatma Ebeme çok benzeyen bir insan oldu… Anamla o ilgileniyor yine de.. Ve çok severim kendisini… Bizim O, Fatmaana’yı…
Gelişmeler karşısında çaresiz kalan Fatma Ebem nihayet anda boyun bükmüş dönüşe! Son anda ve dönecekler…
Dönüş için kamyon falan kiralanmış, gidilecek...?
Yine de dönmek bakımından Ebem gönülsüz…!?
Gönülsüz ama…
Aaa…! O da ne ?
Ebem hasta…!
Üstelik ağırca…
Ertelemişler göçü…
Asıl Yolcu çıkmış yola…?!
Fatma Ebem hani ya!?
Hem de ertesi güne…
Bu dünyada yollarını tüketen Yolcu..!
Gönül hoşluğuyla gideceği yer kalmayan Yolcu…!
Belki ta ötelerden beklenen , yolları gözlenen Yolcu...!
Şehitler eşi Yolcu…!
Garipler anası Yolcu…!
Kocasını Askerle uğurladığı günün sabahında;
“Babasının evine döndüğü akşamın sonrasında;
Kendi ağlarken, kapıların içini çektiği Yolcu!”
Rabbinin çıkardığı ebet yoluna yürüyen Yolcu…!
Bilinmez ki Rabbim, kimi daha çok sever…?!
Çıkar yola…
Doğruca Kabristana…
Ayrancılar’dakine…
Ve uzaklara...
Kim bilir? Belki de ta sıratlara...
Kendini sıratta bekleyenlere...
"Alın.! Sizdeki sizde kalsın!" dercesine…
Geride bırakıp da gittiklerine…
Ve şimdi orada yatar…
Hep söylerim: “Beni İzmir’e, işte bu Yatan çeker…!”
Çekti ve çeker…
Ve bir sevgi ararım bu kabrin peşinde...
Bu haberi duyduğumca günler geceler boyu ağladım! Eğleyemedi kimseler beni. Dedemle Hanife Ebem bile…
Gederet’teki ziyaretim ve o ziyaretteki görüşüm son görüşüm oldu Fatma Ebemi dünya gözüyle…
Okumakta olduğunuz bu satırları bitirdiğim anda yeniden gittim ziyaretine…
Öylece yatıyordu yerinde!
Üzerinde çıkan biberiyeleriyle…
Allah O’na ve cümle geçmişlerimize rahmetler eyleye.
NOT: Katabın önceki bölümleri ile devamını okumak arzu edenler;
http://bendeyasadim.blogspot.com/ biçimindeki bağlantıdan okuyabilirler.
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.