Recent Comments

BEN DE YAŞADIM-(5.Bölüm)


Çocukluğuma ait ve o günlerdeki Bozkır’ımızın sosyokültürel, sosyoekonomik ve yaşamsal bir kısım çevrelerinde gelişen bazı olay ve olgulardan derleyerek “Ben de Yaşadım” adını verdiğimiz anısal romanın  ilk 17 konusunu sırayla 4 ayrı bölüm halinde geçtiğimiz haftalarda takdirlerinize sunmuştuk.
Bu defa da 18, 19 ve 20. konuyu 5. bölüm olarak beğeni, takdir ve yorumlarınıza sunuyoruz. Umarız ki beğinir, ilgi ve zevkle okursunuz...




18- Dedemin Gittiği Gün:

Rahmetli Dedem neredeyse bir yılı aşkın bir zamandır yatıyordu. 1965 yılının 15 Nisan’ıydı. Günlerden de Perşembe.
Ama o gün okul tatildi.  Sanırım Kurban Bayramıydı çünkü. O günün şartlarında okula mı yollanmamıştım yoksa. Hayır; hayır...! Öyle olsa mutlaka hatırlardım. iz yapardı üzerimde. Mutlaka bir tatildi. Yine de sanırım bir din-i bayram... Ama evet: Kesinlikle Kurban Bayramıydı.
Dedem ise hastaydı ve hastalığı ağırdı!
Bakın; Dedem ölüm döşeklerindeydi.

Hey, hat…! Dedemi, amcamlarla babamın nöbetleşe bekledikleri günler tükenmişti artık. Hepsi başındaydı Dedemin. “Ölecek” diyorlardı. Ha bugün, ha yarın…

Ancak analığıma bakılırsa, dedem bir türlü ölmüyordu.
Bu ölmeme işine de kafası çok bozuluyordu.
Öyle ya: Bahar mevsimiydi. Yaz çifti vardı her yerde! İş, kokuyordu ortalık adeta… Ve Babam, babasının başında bekliyordu bu şarlar altında. Kadıncağız yalnız gidiyordu işe. Ve Dedem, bir türlü ölmüyordu!?

Durum çok ciddi bir huzursuzluk nedeniydi aralarında.
O gün sabah yine kavga çıkmıştı, damın dulunda.
“Haydi” dedi babama; “yürü çifte”… Çift sürmeye yani!
“Babam ağır, olmaz! Gidemem!” dedi Babam da!
Çok sinirlendi Analığım!
Çok sinirlense de; “Bu gün son ulan!” dedi; “Akşam bu geldiğimde de baban ölmemiş olsun da, o zaman konuşalım seninle…”
Bana döndü bu kez de: “Düş ulan önüme!”
Çaresiz yürüdüm.
Çifte, çift sürmeye…
Çift sürerken O’na yardım etmeye…
Üzüntümüzü bile yaşayamıyoruz korkumuzdan ki, yasımızı tutabilelim!? 

Yukarıda adına andığım bizim Şaban’a hamileydi o günlerde. Ama hamileliği belli belirsizdi ama. “İki aylık falan…” diyordu çünkü soranlara…

Gittiğimiz tarla köye yakındı. Yaklaşık yarım saatlik bir mesafedeydi.
Koşuyoruz öküzleri çifte, sanırım nohut ekiyoruz.
Sarı öküzümüzle kara öküzümüzü…
Ben de sabanın iyi sürmediği yerleri kazıyorum kazma ile…
Öküzlerimiz dedim de…?
O öküzler de Dedemin öküzleriydi; sürülen tarla da…
Hayatın cilvesine bakın da, karıştırmayın oralarını!

Sarı öküzü Dedem ta, Analık bizim eve gelin gelmezden önce almıştı! Ben bilirim; Daha yeni yetme bir danaydı. Buruluk bile değildi. İğdiş edilmemiş tosundu, tosuncuktu yani. Ve ikisi de benim arkadaşımdı. Çok güttüm ben onları dağlarımızda. Çektikleri kağnılara çok bindim. Hele harman kovarken çektikleri dövenlere… Bazen bir sürücü, bazen bir oyuncu… Bizim sarı öküzümüz, kağnı çekerken biraz kaytarsa da, beygir gibi döven çekerdi maşallah! Kara öküzümüz de pek bir ağız başlı, ama çalışkan, güçlü kuvvetli, vakar ve yardımseverdi. Sarı öküzün nazlarını hep o çekerdi.
Eh…!
Biraz olsun efkar dağıtalım öyle değil mi? Dedem hastaydı… Ben de yalnız, ve çaresiz… Çevremizden eş dost arayalım kendimize. Çevre ve doğayla bütünleşelim hani? Bari, bu hale iken yani!
Dedim ya: Şu dünyada en sevdiğim adam ölüm döşeğinde…
Bense bu durumda…
Ağlamak bile haramdı bana.
Sıkıysa görelim ağla da!
 En azından hissedişim buydu.

Vakit öğleye yaklaştı. Analığım ufak bir mola verdi işe. Ne etti, ne düşündü bilmem; beni köye yolladı. “Git, bak gel bakalım, deden nasıl olmuş?! Bana haber getir! Lâkın oyalanma, çabuk dön.” dedi.
Duruma sanırım sevindim. Gerçi Dedemin öleceğini, her şeye rağmen konduramasam da O’na.
Derhal yola çıktım; bir atlayışta eve vardım.
Vardığımda Dedem yatıyordu. Yarı baygındı.
Başucunda Hanife Ebem, Şevket ve Mustafa Emmim, Babam ve birkaç komşu vardı.  Bir şeyler okuyup, sessizce bekleşiyordu.
Şöyle bir baktım Dedeme; Dedem iyiydi. Aynı eskisi gibiydi. Ne ben kimseye bir şey sordum, ne de onlar söyledi.

Öyle ya:
Baktım, dedem iyiydi.
Dedem nefes alıyordu
Ve dedem sağ idi.
İçim ferahladı.
Koşarak geriye döndüm!
İşimize baktım ikindiye dek.
Analığım ise getirdiğim haber için herhangi bir yorumda bulunmadı.

Günlük işimizi bitirdik. İkindi de oldu bu arada.
Zaten bizim köylülerimiz, tarla işine sabah erken işe giderler, genellikle ikindi üzeri de dönerlerdi. Ondan sonra, köydeki diğer işlere bakarlardı.
Su dolacak; temizlik yapılacak; hayvan, haşat sulanıp bakılacak, vs., vs. …

Dönüşte karşı mahallenin korusana girdik ki, oralarda kuş avlayan bir çocuk bana seslendi:
“Ulaaooonn Meymet…!”
Dönüp baktığımda da:
“Ulan Deden öldü de sen ne geziyon buralar da?” demesin mi?!...
İçim öyle bir “Cız!” etti ki ne söyleyeceğimi bilemedim. Zaten hiçbir cevap da vermedim. Adete kilitlenip kaldım. Ağlamak bile aklıma gelmedi, gelemedi. Çok ağlayan ben, nereye gitmişti bilemiyordum…!
Analığım ise duymazdan geldi bunu. Arkadan geldiğim için görmedim yüzündeki ifadeyi… Bilmem ki sevindi mi, üzül mü?
Yürüdük, devam ettik yola…
Köye doğru, evimize doğru…
Bir an önce varmak istiyordum ben.
Öyle ya: Belki yanlış haberdi bu. Varıp görmeliydim kendi gözlerimle…
Adımlarım koşuyordu adeta.
Ama bir türlü gidemiyor, gerilerdeydim halâ.

Köyün içine girdiğimizde, kadınlardan birisi analığıma laf attı. Biraz imalıca ama! “Nereden geliyon ay Hayşa…?” (Ayşe)
Hiç bozuntuya vermedi bizimki; kafa dimdik havada…
“Dağlar koyağından gelirim…!” dedi.
“Var mı bir diyeceğin, gezdim tozdum;  sana ne?” anlamında yani.
Zaten bu deyimin anlamı: “Kırda bayırda, dağda taşta gezdim eğlendim! Keyfime kâhya mısın; bundan sana ne?!” demek idi Köyümüzde.

Bu gelişme üzerine anladım ki Dedem yoktu artık! Göçüp gitmişti faniye… Bakmayın artık sizler benim halime!

Doğruca vardım evimizin önüne? Dedemi üzerindeki yıkadıkları teneşir tahtası halâ evimizin önünde duruyordu. Yıkama suyunun ıslakları da yerlerde…
Donup kalmıştım adeta. Hiç ağlayamadım.
Kimseye de bir şey sormadım,
Sadece Hanife Ebem’e çok sarıldım.
Sonradan öğrendiğime göre Dedem, o gündüz kendisini yoklamaya varışımdan kısa bir süre sonra rahmete kavuşmuştu. Öğle namazına müteakip cenaze namazı kılınarak defnedilmişti. Ki, ölü geciktirilmez, hızla defnedilirdi bizde.
O gün gidip, kabirde ziyaret ettim O’nu. 
Ve sonraları da…
Ve çok özledim kendisini…
Eh…!
Hepimizi cennette kavuştursun Rabbim tüm sevdiklerimizle birlikte.

Aynı halle hallenince…
Yanına yatmak isterim ben de…
Yanına ve yancağızına…
Yukarıdaki anlatımlarımdan da anlaşılacağı üzere sınav başvuru ve sınava gidiş esnasında yaşadığım kaygı ve zorluklar boş birer vehimden ibaret değil, bizatihi ve sürekli maruz kaldığım yaşanan olaylarla olgulardı.  



19- Gidenler Babamla Anamdı!

Görünürde giden Dedemdi. İşin aslındaysa işlevsel anlamdaki babamdı… “Dede”  desem de O’na, O benim babamdı! Hanife Ebem de anam…
Bunu hep böyle algılamıştım ben.
Kendimi bildim bileli…
Zaten hep onların yanında, himaye, sevgi ve şefkatindeydim.

Kendimi bildim bileli dedim de:
İki yaşımdan sonrasını net olarak hatırlarım.
Hatta anamın sütten kestiğini bile…

Onlar fiilen ayrıldıklarında, babam bana; “Sen daha 12 aylıktın” dese de, 18 aylıkmışım. Ki, onların birlikteliklerini hiç hatırlamıyordum. iki yaşıma dek sürse, mutlak hatırlardım bunu da.   

Kendimi hep Dedem ve Hanife Ebemle bildiğimden mi olsa gerek, yoksa nedir bilmem; Daima kendimi o evin çocuğu saymışımdır. Amcalarım ve Babamı ise bir nevi büyük ağabey gibi bir şey...
Algılayışım buydu.Kendimi daha sevgili bulurdum o hane için. Onlara göre yani.
Dolayısıyla, bu giden dedem değil, babamdı!
Hakiki ve gerçek anlamdaki babam…

Kendilerine “Ana - Baba” diye hitap ettiğim biyolojik anlamdaki Anamla Babam ise, gerçek anlamıyla “ana – babam” değil, adını koyamadığım, kendine has ilişkiler sürdürdüğüm  bir nevi yakınındılar. Özel birer yakınım…
Nitekim kendileriyle bunca yıldır sürdürdüğüm ilişki de böyledir; buna göredir! Birçok alanda aramızda dayanışma sürse de evimiz, yolumuz, beklentilerimiz ve özellikle hayat yolculuğumuz sürekli farklı olagelmiştir. Ortak amaca yönelik yaşama olanağımız hiç olmamıştır.
Onların evini kendime ev, yolunu kendime yol edinmedim hiçbir zaman. Buna “edinmedim” demekten ziyade; “edinemedim, edinmeye olanak bulamadım,; göremedim!” desem daha doğru olacaktır belki.
Eh, hayatın cilvesi diyelim.
Diyelim ama bu realiteden şikayetim yoktur esasen!
Keşke bu realiteyle daha uyumlu yaşama olanağı bulabilmiş olsaydım.
Yahut da bu yönde kararlar alıp uygulayabilseydim. Sanırım ilişkimiz daha sağlam olur, kendim de daha verimli bir hayat yaşardım. Ancak bu konuda zaaflar gösterdim.
Kendimi yalnız bulmaktan; her şeye rağmen huzurlu bir aile ortamı arayışımdan vs…

İşin bu yönü bir kenara bırakılırsa eğer, yine de bir çok alanda dayanıştık.
Bu arada hemen belirtmeliyim ki:
Kendilerini çok seviyorum ben. Kendi oldukları biçimiyle yani.
Birbirlerinde ayrılmış olmaları nedeniyle her ikisine de hayatımın hiçbir döneminde kırgınlığım olmamıştır. Durumu kendi doğallığı içinde kabullenmişimdir hep.

Allah acılarını göstermesin. Babam 81, Anam 78 yaşına döndü. Her ikisi de sağ maşallah!

Babam; Analığıma teslimdir şimdilik… Kendi köyümüzde… Allah O’na da sağlık sıhhat ve afiyet versin O’nun yaşı da 75’e dayandı neredeyse. Allah binlerle razı olsun Analığımdan da. O olmasa halimiz nice olurdu şimdilerde babam açısından, bilemiyorum doğrusu. Allah eksiltmesin!

Anam yalnız yaşıyor; Konya Merkez’de.
Kocası öleli 30 seneye vardı.
Hayat yolculuğunda garibim çok çırpındı, çok yoruldu, çok ezildi.
Sanırım, daha yeni yeni kendi oldu, kendine gelebildi.
O da tam olarak değil belki.
Yorgunlukları halâ atamadı üzerinden!
Allah O’nun da, hepimizin de yardımcısı olsun!

            *******************

Dedem gitti gitmesine ancak, bereket versin Hanife Ebem vardı geride. O yeterdi bana. Dedemin günlerine benzemese de.
Fakat o da erken ayrıldı; 1972’nin başlarında.
Rabbim O’na bir yıl daha ömür nasip etmedi. Yandı Ebem yandı!

“Gidip de gelmemek, gelip de görmemek var!” derdi son yıllarda sürekli bana Hanife Ebem. Yine bu sözlerine pek aldırış etmezdim. Turp gibiydi maşallah. Belki de ben öyle görmek isterdim, bilemiyorum!? Sadece gözleri zayıflamıştı biraz. “Tavuk karanlısı” derdi buna. Loş ışıkta, özellikle akşamları iyi seçemezdi gözleri. Belki de pek görmezdi. İyice zayıflamıştı yani. Gözlerinin görmesi güçlensin karaciğer ısmarlardı “Bozkır Pazarı’dan” sık sık. Yiyince “o ciğerlerden, gözleri için fayda bulduğunu” söylerdi.

O yıl son sınıftaydım. İvriz’de yani. 1971-1972 Eğitim-Öğretim yılıydı. Güzün giderken gördüm en son kendisini. Yine; “Gidip de gelmemek, gelip de görmemek var!” dedi de kucaklaşıp helalleştik.
Elime azıcık para sıkıştırırdı hep. 5 lira civarında bir şey. Lirası önemli değildi. Önemli olan o para ile verilen değerdi; sevgiydi.
Bilmem ki nereden bulurdu o parayı? Sanırım güçlükle de olsa bakmakta olduğu arılarımızdan... Dedem zamanından kalma arılıktaki arılarımızdan. Kütük kovanlarımızdan.
Ve emanet ederdi bana. “İleride elime geçince, vermekte olduğu bu paraları topluca bir su hayrına vermemi” dilerdi. Eh bilmem ki yapabildik mi?

O yılın şubat tatilinde geldiğim zaman doğruca babamların evine çıktım. Sağ olsunlar konu komşu, eş dost ve akraba “hoş geldin” demeye geldiler. Şevket Emmim ve Hamdi’si de oradaydı. Yine de benim gözüm kapıdaydı. Hanife Ebem bir türlü çıkıp gelmiyordu.
Sormadım; seslenen de olmadı.
Bir ara Şevket Emimin Hamdi laf arasında; “Hanife Ebem yandığında…” falan gibi bir şeyler söyledi. Derhal fırladım. Ancak oturttular beni. “Bir şeyi yok, yanması da önemli değil!” diyerekten.
“Peki neden gelmedi madem?” diye sorduğumda…
“Biliyorsun akşamları gözü görmez, erken yatmıştır. Zaten sen de geç geldin. Geldiğini duymamıştır. Duysa çıkıp gelirdi. Sen otur yerinde. Sabah görüşürsünüz” dediler. Orada bulunanların cümlesi  bu ifadeyi tastiklediler. Hamdi de…
Tüm şüphem gitmese de inandım. Belki gerçekle yüzleşmekten korkup, inanmayı tercih ettim. Sanırım bunu yaptım. Dolayısıyla aşağı kattaki evine gidip bakmadım. Sabah erken gidip baktığımda ise kapıları kapalıydı Ebemin!  Kimsecikler yoktu evinde.
Bir ağladım; bir ağladım…! Sormayın çok ağladım! Lakin çare yoktu geride.

O gün Babam, akşama yanına inmiş Hanife Ebemin. Yoklamaya… Ve isteği varsa sormaya. Havalar soğuk. İçinde odun yakılan “teneke sobasını yakıvermesini ve kendisine öte yakadaki (öbür mahalledeki) bakkaldan (Zafer Turhal)  bir ağrı kesici hap getirivermesini” istemiş. Babam sobayı yakmış. Öte mahalleye, Bakkal Zafer’e hap almaya gitmiş. Babamın geciktiğini görünce Analığım aşağıya inmiş. Babamı çağırmaya… Bir ne görsün? Kesif bir duman; kesinlikle girilmiyor içeriye… Bağırmış “Yangın var!” diye…
Mustafa Emmim falan yetişmişler..

Zaten evimizin üst katında iki ayrı kapıdan işlenilmek suretiyle Babamla, Mustafa Emmimgiller, Alt katında Dedemler otururlardı. Şevket Emmimin evi az daha aşağıdaydı. Dedemin, kendi dedesinin evi. Babasından kendine intikal eden bölümü…

O sıralar elektrik falan yok Köyde. Açmışlar kapıyı pencereyi… Yakmışlar kandiller? Hanife Ebem çoktan yürümüş rahmete… Yanmış Hanife Ebem!
Kömür gibi değilse de, pişmiş etleri Garibimin! Öyle diyorlar.
Yerlerde kandil falan bulmuşlar devrik. Galiba kandili yanmakta olan sobadan yakmaya çalışmış. Bu arada kandili devirse gerek!? İçindeki gaz yağını kendi üzerlerine falan dökse gerek?! Bu arada soba yahut kandilden, kendi üzerene ateş tutuşsa gerek?! Ve görmeyen gözleriyle söndüremese gerek!?
Ki etekleri ile birlikte yanmış bacakları.
Duvarlara tutunup kurtarmaya çalışmış kendini.
Lâkin kurtaramamış.
Duvardaydı ellerinin izleri.
Allah’ım burada gösterdin bir daha asla gösterme Ebeme ateşleri.
Ve hiçbirimize inşallah!

O eve bir daha giremedim. Neredeyse 15-20 sene…
Girdiğimde gördüm duvardaki izleri…
Şimdilerde Babamla Analığım oturuyor orada.
Allah korusun…
Sonları asla benzemesin!

Anlayacağız; Hanife Ebem de gitti böylece.
Bu hal üzere yürümek düştü bizlere de...

            ***************

Olaya benim girdabım açısından da bakmak gerekirse: Bir yılcağız daha yaşayabilseydi yeterdi bana Hanife Ebem. Okul’u bitirip, tam da “işi yırttım” dediğim o sıralarda, özel hayatımla ilgili girdiğim o girdaplara girmeyebilirdim. Çünkü O’nun bir soluğu olsa yeterdi bana. Büyük bir dağ ve dayanaktı O. O’na dayanır korunurdum! Mutlaka korunurdum üzerime çöreklenen manevi zorlamalardan.
Ebemin kapısı kapanınca bırakın dayanağı, sığınığım da kalmadı.
Bu yokluk içinde, önüme gerilen manevi baskılardan kendimi koruyamadım ben de.
Aradığım destek ise olmadı; bulunmadı gitti!
Ve boyun eğdim baskılara…
Aşamadım kendi başıma.
Babamdan asla destek alamadım bu aşamada. Para pul desteği değil; manen sahip çıkılma desteği. Aynı İvriz’in sınavına müracaat ederken ki gibi bir “heriflik” yani. Yumruğu masaya vurup yolumu açması. Ama yapamadı...
İşte o, 17 ile 19 yaş aralığımda…
Babamın bu tarz tavrına;
Yapması gereken ikinci bir “herifliğine”;
Şiddet ve önemle bir kez daha ihtiyaç duyduğumda…
Ve hattâ muhtaç olduğumda…
Yalnız geçen çocukluğumun biricik özleminde…
Yurt yuva tutmak arzumun işte o suiistimalinde…
Bu yollarda yapayalnız kaldığımda…
Ve, tam aksine:
“Üç kuruşluk maaşım olacak” diye, çıkarcılarca istikbalime el atıldığımda…
Yakın çevremdekilerin kendi çıkarından yana o baltayı vurduğunda…
Sürgün yerlerime, yerlerime denk düşüp; yolları şaşırtıldığımda…
Şeytan tuzaklarına yakalandığımda…
Aklım tutulup, kullanamadığımda…
İradem manevi baskılarla bunaltıldığında…
Sımsıkı bağlanıp da kullanamadığında…
Akıl fesadına uğratıldığımda…
Bilinmezlere doğru yuvarlandığımda…
Ne yaptıysam da çıkamadığım o girdaba düşürülüp, bunaldığımda…
Tutunacak bir dalları çok, ama çok aradığımda…
İşte bu anlamda;
Bir soluğun varlığı dahi yetecek olduğu, işte o anda…
Manevi bir desteğe, şiddetle ihtiyaç duyduğumda…
Suat YENİTÜRK Ögretmenimin yaptığı misal bir “gaz veren” de olmamıştı O’na...
Eh!
Sanırım bu O’nun yapısıdır. Belki de yaşam algısı böyledir; bilemiyorum… 
Yine ve elbette; “Allah kendisinden razı olsun!” diyorum!

            *****************

Sonrası mı?
Tutunduğum umut dalları bomboş; hepsi elimdeydi.
Ödediğim onca fatura; borcum yerli yerindeydi…
Sadece çoğaldı; asla eksilmedi ki!
O uçurumun başı, bir daha ele geçmedi.
Tırmandıkça yuvardık; çırpındıkça battık!
Yandık, kavrulduk; yine de biz suçlandık!
Hasetçilerin hasedinden,
Kınayıcıların kınamasından,
Kendini bilmezlerin dilinden de kurtulamadık.
Tüm bunlara inat verdik yaşam mücadelemizi…
Yine de bu tarz bir yaşamla çok, ama çok yorulduk.

Babama bir tek kırgınlığım:
Anlatmakta olduğum bu, özel hayatımda  dair, yuvarlanışımdaki tutumuna dairdir.
Bu alanda bana manevi destek vermemesi verememesidir.
Kızarım babamın  bazen kendisine;
Kendi kendime yani.
“Etkisiz eleman falan” diye….
Suç atacak yer ararım kendi kendime…
Siz yine de bakmayın, öyle “etkisiz elaman” falan dediğime! Sıradan bir kul ve “Allah’ın adamı” diye tabir edilenlerden biridir Babam… Kimseye gücenip darılmaz. Hattâ kendi nefsi açısından kırıldıklarına bile… Benim gibi değil O; hiç bir suçlunun suçunu yüzüne vurmaz. Hep güler yüz gösterir adama...! Ve affedicidir daima.
Neyse:
"Takdir-i İlâhidir!" diyerek geçelim artık bunları…
Gidelim, İvriz ‘in sınavına.



20- Sınava Gidiyoruz:

Ali ASLAN öğretmenimizin haberi bize erişince, apar topar hazırlıklara başlandı. Evvela bana bir azık katıldı. Azığımda her zaman yediğimiz yufka ile ona katık yapacağım yumurtalı, yağlı ekmek övmesi (yağda pişmiş yumurta ile hafif yağlanmış yufka ekmek kırıntıları) vardı.
Babam, zorunlu giderlerimi hesapladı,
Bunlar:
25 kuruş kara kalem ve silginin,
25 kuruş da sınavda kullanılacak iki cevap kağıdının,
2 lira da otel parası olmak üzere toplam 2,5 lira idi…
Gerçi otel 2,5 lira imiş ama Babam pazarlık yapmamı tembihledi.
Ayrıca Şaban için de :
1 liralık lokum,
1 liralık da bisküvi siparişi verdiler ayrıcana.
Böylece etti 4,5 lira…
Bir avuç bozuk demir para verdi Babam bana.

Bu paranın büyüklüğünü, o yıllardaki amele yevmiyesinin 10 lira civarında olduğunu düşünerek hesaplayabilirsiniz!

Aldım azığımı, ve 4,5 lirayı. Tam çıkacağım ki yola, Bizim Analık yine heyheylendi! Başladı bağırıp çağırmaya! Neymiş efendim? “Bir yıllık tuz ve gaz yağı parası gidiyormuş!” Çıkıyormuş elden. Boşlara gidiyormuş!?” anlayacağınız.  O öyle diyor. Ben bilemem!
Bir kavga çıkardı ki sormayın!
Bende zaten bulunmayan moral, temelli oldu moral sıfırın altı. Ancak kavgaya takılacak zamanım yoktu. Daha doğrusu o kavgaya tanık olama zorunluluğunda değildim bu defa. Bunun bilincindeydim.
Derhal atladım kapıdan dışarıya.
Ayak yalın, baş kabak…! Üstümüz, başımız, yırtık pırtık!
Yine de siz, “ayak yalın” dediğime bakmayın! İlyas SALMAN’ın “Cizlâvet” dediği türden kara lâstiklerimiz vardı ayaklarımızda. Çoraplarımız olmasa da, Markası “Azim’di” doğrusu Öyle “Cizlâvet” marka falan değildi. Halis, muhlis Konya markası, kara lastikti bunlar… Dağa taşa ancak onlar dayanırdı…  
  
Bir adımda köyden dışarı çıktım ben! Hem de ta öbür mahalleden.
Dediğim gibi, moralim çok bozuk.
Ağlayacağım; hem de çok çok.
Şuna bak!
“Bir yıllık tuz gaz parasını götürüyormuşum?”  Lafa bak! 2 lirası zaten oğluna… Peki benim hiç mi emeğim yok. Ya Babamınkiler…?
Bu da önemli değil de; ah şu kavgaları olmasa!
Babam “gık” diyemiyor; O da bir alem doğrusu!

Belli belli… Bu memlekette ekmek yoktu bana! O kıt ekmekten…
Zaten bizim eğitmen söylememiş miydi bunu? Hem de ben ilkokul 2. sınıfında iken. Mustafa ŞAHİN öğretmenime fısıl fısıl…?
Beni işaretle: “Şu Çocuk okur da bir ekmek bulursa ne alâ, yoksa buralarda ekmek bulamaz!” diye…? 
Hani şu Bozkır – Aslantaş Köyü’nden Mustafa ŞAHİN… O yıllarda henüz bir Ortaokul mezunu olan ve Eğitmenimizin yol göstericiliğiyle çalışan o gencecik Öğretmenime…  
    
 Köyümüzün, Bozkır tarafındaki korusunu geçtikten sonra, “Taştekne’nin”  berisindeki dar, uzun çayırlıklarda millet harman kaldırırdı.
Uzunlamasına, ve sıra sıra...
Tam da harman zamanı bu sıra.
Yer gök insandı Ora.
İğne atsan yer yoktu.
Ve benim geçeceğim yaya yolun üzeriydi.
Uzunlamasına, baştan sona…

Dediğim gibi, ağlayacağım ama ağlayamıyorum!
O harmancıları da geçip, selamete çıkmam gerek…
Neyse.
Varıyorum Ora’ya…
Başlıyorum harmancıların yanından bir, bir geçmeye…
Hiç kimsenin yüzüne bakmıyorum.
Kimseye de aldırış etmiyorum.
Sadece koşar gibi hızla ilerliyorum.
İçim dolu… Yağmur gibi yağacağım; az ilerileri gözetliyorum!
Ama harmancılar rahat durmuyorlar?
Her biri bana ayrı bir laf atıyor.
Akıllarınca benimle dalga geçiyorlar…
Belki haset ediyor, belki de halime üzülüyorlar…
Bilmiyorum.
Doğrusunu bir Allah: bir kendileri biliyorlar.
“Meymet…!
Başın açık ulaoonn! Güneş çarpacak!
İmtihanda nasıl cevap vereceksin? Falan filan…” diyorlar.
Aslında bunların tutumu dana da  bozuyor moralimi.  Ama kimseye seslenmiyorum!

Bilmezler sanmayın; bilirler…. Köyün içinde bir sinek uçsa herkesin anında haberi olur o uçuştan! Aynen böyledir ortam. Ve her şeyi bilirler. Ama işlerine geldiği gibi bilirler!

Dediğim gibi yüzlerine hiç bakmadan, bir tek kelime etmeden harmancıları geçiyorum; Taştakne’yi de...  Ora’dan sonra başlayan karşı yokuşu da tırmanıyorum hızla. Maksadım, harmancıların beni göremeyeceği yerlere erişeyim bir an önce.
Ve, kan ter içindeyim; koşuyorum.
Karşı yokuşu tırmanıp tepeyi de aşıyorum. Hızımı alamayıp bir vadi daha geçiyorum. Böylece “Kömürlük” dediğimiz mevkiiye geliyorum. İşte orada dayanamıyor, kuytu bir yere, kıbleye karşı, secde misali kapanıyor, dakikalarca ağlıyorum. Yalvarıyorum Allah’a ve O’ndan yardım diliyorum.
Yaşımın 11 olduğunu da biliyorum!

Biraz soluklanıp manevi güç devşirdikten sonra kendime geliyor, yola devam ediyorum. Hızlı gitmem gerekiyor. İleride Öğretmenim ve yanında sınava götürdüğü yeğeni Şaban var. Onlara yetişmeliyim. Bir an önce hem de. yollarda oyalanmak olmaz. Hızlı gitmeliyim.
Bu, “Kömürlük” dediğimiz yer “Bir vadi daha geçtim!” dediğim vadinin karşı tepesi. Bozkır’dan tarafa doğru, bize komşu yerleşim yeri olan Hisarlık Köyü ile Bizim Köy’ün sınır çizgisinin bulunduğu yer. Ora’dan sonra bir başka vadiye eğiliyoruz; “İlbiz Deresi’ne”…
 Ben yeniden koşmaya başlıyorum iniş aşağıya. Biraz sonra varıyorum Ora’ya. Ve tam bir saatlik yaya yol yürümüş oluyorum böylece.
Ora’da “İlbiz Deresindeki Çeşme” denilen bir su vardır. Az da olsa akar oluğundan şırıl şırıl, yaz kış.
Oluk’a vardığımda ne kadar susadığımı hissediyorum, yaz sıcağında perperişan koşmaklıklarla…
Çok terliyim ama. Adeta kan revan içinde. Bu halde su içilmemesi gerektiğini bildiğim halde dayanamıyorum. Kana kana içiyorum o sudan. Bir şey olmaz diye düşünüyorum ayrıca. Bu arada bir de elimi yüzümü yıkayıp yokuş yukarı revam ediyorum yola. Doğruca Hisarlık Korusu’na. Hem de hızlı hızlı.
Daha da terliyorum bu arada. Tam Hisarlık Korusu’na girildik yerdeki tepeye vardığımda kendimi kötü hissediyorum. Gidişime göre yolun sağ kenarında bir ardıç ağıcının gölgesinde duruyorum. Bakıyorum ki gidecek halde değilim. Ağacın gölgesindeki yerli kayaların üzerine uzanıyorum. Ondan sonrasını hatırlamıyorum.
Doğrusu, uyudum mu yoksa bayıldım mı bilemiyorum. Kendime geldiğim zaman baktım ki vakit ikindi olmuş. Ağacın gölgesi de beni terk etmiş.
Telaşla doğruluyorum yerimden. Öyle ya: geç kaldım! Ne zaman yetişeceğim ben Ali Öğretmenlere?
Bir de bakıyorum; Bozkır taraftan bir adam geliyor eşekli. Yaya yoldan yani. Hemen O’na soruyorum: “Önüne, Bozkır tarafa giden bir çocukla bir adam denk geldi mi? diye “Eşekleri var yani…?”  Ali Öğretmenimle Şaban’ı soruyorum yani.
“Karşılaştık; gördüm!” diyor adam; “Kavakların Yanı’nda”.
Söyle bir tasarlıyorum kafamda? “Kavakların Yanı” denilen dinlenme yeri ile benim aram yarım saatlik yaya yol. Ve orası yolun tam yarısı. Bu durumda onlarla benim aramda 1 saatlik yol var anlayacağınız. İşin bir başka tarafı da Bozkıra varmak için onların 1,5 benimse 2,5 saatlik yaya yolum var. Bilmem ki yetişebilir miyim arkalarından? 
“Yetişirsin; yetişirsin! Davran Mehmet! Hızlı ol. Koşar adım; marş, marş!”
Bu sese uyuyorum hızla yola devam ediyorum. Koşaraktan!
Ve bir solukta “Kavakların Yanı’na” varıyorum.  Ora’ya varmazdan az önce, “Kanlı Oluk” denilen bir yer vardır. İşte o “Kanlı Oluk’tan” sonrası ciplerin de gidebileceği yoldur çoklukla. Daha doğrusu yaya yol ile bu tarz yol yaklaşık birbirlerini takip ederler.
“Kavakların Yanı’ndaki” olukların birinden yeniden su içiyor, hiç oyalanmadan yola revan oluyorum.
Tam arada bir cip,  “harrr…” diye, Bozkır istikametinden gelip gelmek te olduğum yol istikametine doğru geçiyor. Ben onunla falan ilgilenmiyorum. Hızla yoluma devam ediyorum. Belli ki Işıklar yahut Hisarlık’a yolcu götürüyor. Belki de Bizim Köy’e… benim neyime gerek? Sen sağ, ben selamet; yola devam Mehmet!
Bu arada, yaya yarım saat mesafedeki Yazdamı Köyü’ne varıyorum bir koşuda. Soluk soluğayım fakat. Kan ter içindeyim yine. Vakit ikindiyi çoktan geçti; neredeyse akşam olacak.
O Köy’ün çıkışında ve gidişe göre yolun sağ tarafında, yani Köy’den tarafta büyükçe bir kabristan vardır. Şöyle 50-100 metre kadar ilerinde de küçükten bir başka mezarlık. Ben tam ikisinin arasındayım ki arkamdan  bir cip sesi duyuldu. Belli ki, “Kavakların Yanı’nda” karşımda gelen cip bu defa geri dönüyordu Bozkır’a.
Bu ara ben Küçük mezarlığın kenarına vardım ki sesinden anladığım kadarıyla cip bana yetişti. Haliyle yollar dar ve toprak. El emeğiyle yapılan yollardan…! Kenara çekilip bekledim ben. Kabristanın dış duvarına doğru.
Cip, geçip gitsin diye yol verip beklerken, bir de ne göreyim? “Harrr….”  Cip önümde durdu.
Alnında “Onbaşı” yazan bir cip vardı Bozkır’da o sıralar. Köye gelmişliği vardır; bilirim. Baktım o cip. Adam nerelidir; kimdir bilmem...
Ben gidişe göre yolun sağ yanındayım. Arabaların yolcu tarafında yani.
Adam, sanırım uzanarak cipin benden tarafa gelen kapısını açtı. Bana dönerek, kesin bir ifadeyle “Bin!” dedi.
“Olmaz…! Binmem!” dedim ben!?
Adam da şaşırdı! “Nedenmiş o” dedi.
“Cipe verilecek param yok benim!” ...
“Helâk olmuşsun Ulan! Senden para mı isteyen var sanki? Bin ulan şuraya!” dedi.
Bindim ben de.
“Bozkır’a değil mi?” diye sordu. Başımla tasdikledim.
Sonra, Adam sordu ben anlattım; Sınav için gitmekte olduğumu falan.
Başkaca detaya girmedim.
Adam döndü bana:
“Ulan” dedi, “Yarın bu imtihanı sen kazanırsın vallahi de bu günler asla aklına gelmez?”  
Bilmem ki; gerçekten unutsam da gelmese mi idi?
Yine de ben unutmamayı tercih ederdim mutlaka!
Neyse:
Devam ettik yola.

Bozkır - Konya karayolu çok yakın ora.
Ve az sonra girdik O yol’a
Az ilerideki Türbeleri geçtikten sonra;
“Naldöken Yokuşu’ndan” sallandık aşağıya.
Biraz ilerleyince sağ yanımız “Kızılseki”…
Kırmızı toprağı bol bir düzlük.
Araba yolu “Kızılseki’nin”  güneyinden geçse de yaya yolu tam ortasından geçer direkt.
Ve tam orta yerinde bir sarnıç!
Sarnıcın oralarda birkaç ahlat ve alıç…

Güzel bir dinlenme yeri.
Yaya olarak Bozkır’a 35 - 40 dakika mesafede bir yer
Cip ile geçerken yoldan; oralar takılıyor gözlerime.
Dedemle gelip gittiğimiz yaya yollar
Başında dinlendiğimiz sarnıç ve alıç…
O günler geliyor aklıma.

            *****************

Aslında “Bozkır Pazarı’na” gitmek isteyen köylülerimiz, gece saat: 01.00 civarlarında uyanarak yola çıkarlar, Cuma sabahı erkenden inerlerdi Ora’ya.
Dedem, o yıllarda yaşlı olduğu için bu tempoya uyamazdı.
O, Perşembe günü ikindi üzerinden çıkardı yola.
Yükünde, satılacak üzüm pekmez her ne ola.
Akşam saatlerinde işte bu gördüğüm sarnıca gelirdik.
Eşeğimizin yükünü Alıç ağacının dibine indirirdik.
Orada namazını kılardı Dedem, azığımızı yerdik.
Eşeğimizi alıca bağlar, biz de yanında yatardık.
Sabah namazından az erken kalkardık.
 Dedem yine Sabah Namazını kılar, hemen yola çıkardık.
“Kızılseki’yi” geçtiğimiz gibi, Akyokuş’tan dimdik aşağıya, yaya yoldan sarkardık... Araba yolu ise kıvrım kıvrım inerdi Bozkır’a ve kurulu olduğu o yemyeşil vadiye…
Daha gün doğmadan. Bozkır’ın Cuma Pazarı’nda yerimizi alır, satacağımız şeyleri açardık.
Bu arada eşek garajı da vardı pazara yakın. Gider oraya eşeğimizi de bir park yapardık.
Başına da saman torbasını bağlardık!

Kafam dalmış bu hayallere…
Bir de baktım ki…?
Çarşamba Çayı’nın o yemyeşil vadisi ve bu vadideki yeşil Bozkır göründü. Ortalık bin bir çiçek, nane, yarpuz, reyhan kokularına büründü…   
Dere Kasabası’ndan yukarıya, Çağlayan (Çat) ve Sorkun ile ilerideki “Sarıot ve Sülek Yaylalarından”, “Dipsiz Göl’ün” düdenlerinden, Orta Toroslar’ın o serin dağlarından kaynayıp gelen güzelim Çarşamba… Yamaçları üzüm bağları, elma, erik, ceviz, şeftali, badem, kayısı, türlü bir meyve ve orman ağaçları… Vadisinde bağlık, bahçelik yemyeşil bir mekanda, tam Çarşamba Çayı’nın üzerinde Bozkır… Sarı saçlı, yeşil-mavi gözlü Bozkır uşakları… “Görenlerin karısını terk ettiği “Müslüme”, “sevmelere kıyılamayan “Ayşe Gelinleri…” Ve  “Aslan Mustafaları”…
İşte o şirin Bozkır…! “Suyu sert, insanı mert” dedikleri o güzel Bozkır!
Evet;  “Bozkır” dedikleri o küçük, o şirin kasaba”…
“Severlerken güzeli, gelmeyen hesaba”…
Yollar “Aslan Mustafa’ya” bırakılıp, Bozkırlının kenardan geçtiği
“Kendisi ağılar içerken, “Mustafa’ya” balların sunulduğu” O küçük ve şirin kasaba…
Adını stepten değil, Ora’da yaşayan oymaktan alan Bozkır…
“Düşmanı “Boz!” ve “Kır!” anlamındaki fillerden isimlenen Bozkır…
  
            ****************

İşte bunları aklımda geçirirken de kıvrım kıvrım araba yolunu dolanmış inmişiz vadiye… Varmışız bir solukta Bozkır’a…Tam da girişe…
Bir de ne göreyim?
Girişteki yaya yol ile araba yolunun kavuştuğu yerde, bizim Ali Öğretmenler de giriyorlar Bozkır’a. Günde inmede, akşam guruba doğru…
Onlar beni göremeseler de ben onları gördüm. Biz geçip gittik tabii. Olsundu. Bulurdum ben onları.


NOT: Katabın önceki bölümleri ile devamını okumak arzu edenler;
http://bendeyasadim.blogspot.com/ biçimindeki bağlantıdan okuyabilirler.
Google News Takip Et
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? ’te Bozkır Haber'e abone olun.
Google News Takip Et
Son dakika gelişmelerden anında haberdar olmak için WhatsApp haber kanalımıza katılın.

Yorum Gönder

0 Yorumlar
* yapılan yorumlar denetlendikten sonra yayınlanmaktadır.