Yağır, semer, nal-nalbant
“Yağırı olan gocunur”, “Keller ile yağırlar birbirlerini ağırlar”, “Ne oldu yağırına mı basıldı?”, gibi deyimler vardır Anadolu Türkçesi’nde, ama “yağır” nedir nasıl bir şeydir insanlarda mı yoksa hayvanlarda mı olur, bunu günümüz insanı hele genç kuşak bu deyimin anlamını ve nerede ne için söylendiğini bilmez.
Yağır esas itibari ile yük taşıyan hayvanların sırtında açılan bir yaradır. Genelde sırtına semer vurulup yük taşınan hayvanların sırtlarında gerek semerin yapılışı itibarı ile sert ve dengesiz büyük veya küçük olmasından ve yükün çok yüklenmesinden dolayı hayvanların sırtında semerin bastığı yerin aşınarak yaraya dönüşmesine bilhassa Anadolu’da yağır denir.
“Eşeğin sırtında yağır açmış” yahut “Eşeğin cıdavusunu semer basmış” derlerdi. Merkebin belinin sonuna doğru, semerin hayvanın beline oturan yerine cıdavu denirdi.
Tabi yağırın üzerine iyileşmeden tekrar semer konup yük vurulur, ya da başka bir darbe yapılırsa hayvan haliyle bu durumdan gocunur. Bunu önleyebilmek için insanlar semerin o yağır üzerine gelen yerini bıçakla oyarlardı ama yine de yaranın iyileşmesi mümkün olmazdı. İşte yukarıda yazmış olduğum deyimler insana karşı bu şekilde dile getirilir.
Peki, semer nasıl olmalı ki merkepte yağır açmasın. Semer ustalık isteyen bir sanattır. Eskiden semer ustaları vardı her köyde. Çünkü taşımacılık tarımda olsun sebzede olsun dağdan taştan getirilecek odun, çalı vb her türlü evin ihtiyacı hayvanlar ile yapıldığından semercilik çok önemli bir meslekti. Semerlerin üzerine ağaç aksamlardan konmayanlarına palan; düzenlenmiş, şekil verilmiş, ağaç ile donatılanlarına semer denirdi.
Palan nerde kullanılır, diye sorarsanız; koyun keçi çobanlığı yapanlar sadece merkebi yolculukta binmek için kullananlar, palan vururdu merkebin sırtına, ama yük taşıması gerekenler ise mutlaka ağaçlarla dizayn edilmiş, urgan denden ipler takılarak yüke elverişli hale getirilen semer kullanırlardı.
Motor ve makineleşmenin olmadığı insan taşımacılığın hayvan gücüne bağlı olduğu zamanda bazı meslekler vardı ki o yıllarda çok kıymetli idi. Bunlar hep eşeğin atın katırın yükte rahat etmesi ayak bakımının iyi yapılmasını gerektirirdi ki, semercilik ve nalbantlık bu meslekleriaşında gelirdi.
Başta semerin yapıldığı malzemenin çok iyi ve yumuşak malzemeden olmasına özen gösterirdi sanatkarlar. Göllerde ve bataklıklarda yetişen, kaba ve yumuşak bir ot olan semer otu, hasır otu da denilen ot ile doldurulan basit bir palan oluştururdu usta. Onun içerisine bir keçe yapar, üzerine meşe ve suvarmılık denen sağlam ağaçlardan düzenlediği birbirine geçmeli ön ve arka semer ağaçlarını monte eder ve onları yan taraflarından yan tahtası denen düzgün ince tahta parçaları ile birbirine tuttururdu. Bazı deyimlerde kullanılan Konya şivesiyle “Yan tahtası gırık gidi” sözü de bir teşbihe işaret ederdi. Güzel, hafif ve yumuşak bir semer olması hayvanın rahat yük çekmesi içindi. Semer iyi olunca hayvanın sırtında kolay kolay o yağır denen yara açılmazdı.
Semeri hayvanın sırtında sabitleyip tutmak için hayvanın karnının altından geçirilip semerin üzerine bağlanan yün ipinden elde dokunmuş olan malzemeye “karın kolanı”, semerin önünden geçerek hayvanın arka bacaklarına sabitlenen semerin öne kaymasını önleyen genelde kayıştan olan malzemeye“paldım”, onu hayvanın üzerinde tutup yürümesine zara verdirmeyen malzemeye de “götlük” ya da“belleme” denirdi.
Gelelim o günlerin revaçta olan zanaaı nalbantlığa. Anadolu kırsalında bütün taşıma işleri hayvanlarla yapılırdı. Tabiî ki dağda, tarlada, yolda her gün kilometrelerce yol gidip gelen at katır ve merkeplerin ayak tırnaklarının aşınmasını önlemek için onlara nal çakılırdı. Bu zanaat erbabına da nalbant denirdi.
İlkel şartlarda yapılan nalbantlıklarda nalbantın sol elinde bir keskin bıçak, sağ elinde bir ağaçtan tokmak bulunurdu. Bir başkası tarafından ayağı kaldırılmış olarak tutulan ayağın tırnağı bıçak dayanıp tokmağı vurmak suretiyle ayaktırnağı düzenli olarak yontulurdu. Sonraları “sunturaç” denilen daha keskin bir aygıt icat oldu, onunla daha çabuk ve daha temiz düzenlenir hale geldi hayvanların tırnakları. Düzenlendikten sonra ayağa göre nal bulunup deliklerinden bu nalı ayakta tutmaya yarayan özel bir mıh (çivi) çakılarak ters çıkan tırnağın üzerinden kerpeten vasıtası ile perçinlenirdi.
Bu genelde eşeklerde dört mıh ile at ve katırlarda üç bir tarafına, üç de diğer tarafına çakılmak suretiyle hayvanınn ayağına altı mıh ile sabitlenir ve ayağı taştan ve diğer tehlikeli şeylerden korunurdu. Yani o yıllarda çok çalışan, yaşamın bütün yükünü üzerlerinde taşımak mecburiyetinde olan hayvanların deyim yerinde ise ayakkabıları böyle olurdu.
Bunu yaptırmak için o yılların önemli sanatkarı olan nalbanta hayvan başı ücret ödenirdi. Örneğin at nallaması 5 lira, eşek nallaması 3 lira gibi. Şayet mal sahibi nalını mıhını kendisi getirip nalbant sadece ayak çakma parası alırsa ücret sadece emek karşılığı olurdu, ama malzeme nalbanttan olursa fiyat değişirdi. Genelde nalbant efendiler sadece emek için hayvan nallamayı pek benimsemez, onu bir angarya sayardı, çünkü malzemeden kazanç daha fazla olurdu.
Kurtuluş Savaşında ordumuzda taşımacılık yapacak kamyon gibi araçlar olmadığından, mühimmat hayvanlarla taşınmıştı. Taşıma işi kağnılarda çeşitli hayvanlarla yapılmış, binlerce öküz, at, eşek ve katır cepheye silah, yiyecek gibi mühimmat taşırken, öküzleri, at, katır gibi hayvanları nallayacak nalbant zor bulunmuştu. Nalsızlıktan hayvanların ayaklarında yara oluştuğu için Büyük Taarruz’dan önce Konya’da ordunun ihtiyacı için, geçici bir süre nalbant okulu açılmıştır.
Gördüğünüz gibi bir dönemin gözde mesleği nalbantlık bugün genç kuşağın hiç haberdar olmadığı, bir çoğunun kavrayamayacağı mesleklerden olmuştur. Geçmişin tüm güzellikleri, kültürümüzün vazgeçemeyeceğimiz parçaları değil midir? O halde çocuklarımızı, gençlerimizi kaybolan, kaybolmaya yüz tutmuş bu güzelliklerle tanıştırmaya ne dersiniz?
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.