Fizik dehası Albert Einstein atomu parçalayarak çok önemli bir bilimsel gelişmeye imzasını attı. Çünkü maddenin yapı taşı ve en küçük birimi olan atomun parçalanması ve sonrasında ortaya çıkan enerji, dünya hayatını baştan sona etkileyecek bir buluş idi. Atomu parçalamak zordu. Ancak Einstein'a göre "Önyargıları parçalamak atomu parçalamaktan zordur."
Başkanlık sistemi tartışması önyargılar ve korkularla çevrelenince sağlıklı bir zemine oturamıyor. Bu yazının yazılış amacı bu önyargıları ve korkuları sorgulamaktır. Siyasetin içinde olanların büyük çoğunluğu ne kadar zıt taraflarda olsalar bile ülkemizin "yeni" bir sistem ihtiyacında olduğunun farkında. Kararsızlık bu değişimi kimin, ne yönde yapacağıyla ilgili.. Toplumun çok geniş bir kesimi huzur, güven ve istikrarı bir arada yaşatacak bir iktidar istiyor. Bu sorumluluk yükü siyasetçilerin üzerinde. Ancak siyasetçilerin bir kısmı "istemezük" yaklaşımıyla sorumluluğu üzerlerine almaktan kaçıyorlar. Her devirde atılacak hamlelerin, yeniliklerin karşısına "istemezük" diye dikilenler ne yazık ki "ilerici" geçinen çevreler oluyor. Şimdi de başkanlık sistemini istemiyorlarmış. Diktatörlük gelirmiş, ülke bölünürmüş, mahv olurmuşuz. Bu düşüncelerin bilimselliği nedir onu bir tarafa bırakalım ama bu düşüncelerin kaynağında dünyanın gerçeklerine ve de topluma güvensizlik olduğu anlaşılıyor.
Ülkenin özgün koşullarıyla oluşturulacak başkanlık sisteminde ülke bölünmez, birleşir. Bu modelde bölücü bir liderin toplumun salt çoğunluğundan destek alması mümkün değildir. Şuan ki toplum yapısında sadece "milli" kimlik taşıyan bir lider o makama çıkacak çoğunluğu elde edebilir. Kaldı ki başkanlık sisteminde, anayasa ve hukuk ortadan kalkmıyor, parlemento da varlığını daha etkili bir şekilde sürdürüyor. Dolayısıyla "ülkeyi bölmek" bir başkanın yapmak isteyeceği veya cürret edeceği bir şey olamaz.
Başkanlık sistemine geçiş yapan ülkelerin çoğu "parçalı yapıdan kurtulup birleşmek" için bu sisteme geçiş yapmışlardır. En canlı örneği de ABD'dir. Yine Rusya, Sovyetlerin yıkılışı sonrası birliğini yarı başkanlık ile korumuş ve yeniden güçlenebilmiştir. Ülkemizde parlementer sistem bölücülüğü yok edemediği gibi bölücülüğün silahlı ve sivil gücüne neredeyse kitlesel düzeyde destek sağladı. Siyasi partiler oy alabilmek uğruna etnik ve mezhepsel kimlikler üzerinden politika yapmaya kendilerini zorunlu hissettiler. Kutuplaşma ve bölünme tehlikesi işte bu şekilde ortaya çıktı.
Başkanlık sistemi diktatörlüğü getirmez. Diktatörlük kendisine meşru zemin arayan bir yapı değildir. O zaten "hukuk tanımayan kuvvete" dayanır "ben yaptım olducudur". Çağımız, diktatörleri ve diktatörlükleri kaldırmaz hele ki Türkiye gibi demokratik devrim sürecinin içinden geçen, en görkemli hatırası olan Osmanlı İmparatorluğunu bile kendi iradesiyle sonlandırıp yeni Türkiye Cumhuriyetini kuran bir millet, buradan daha geriye gitmeyecektir. Diktatörlüğün önündeki en büyük engel "az gelişmiş bile olsa" demokrasi geleneğimizdir. Millet kendi emanetine sahip çıkar, emanetine ihanet edeni de tepesinden indirmesini bilir. Günümüzde tek bir kişinin hukuğu ayaklar altına alarak liderlik yapaileceğini sanmak hem bunu yapmaya yeltenenler hem de bunun sürekli olabileceği endişesi taşıyanlar için gaflettir. Geçmişte "darbe dönemlerinde" yaşanan kötü tecrübelerden yola çıkıp karamsarlığa kapılmak ve zamanı gelmiş adımları atmaktan geri durmak rasyonel bir davranış değildir. Unutmayalım ki o kötü tecrübeleri parlementer sistemin ve siyasetin iflas ettiği ve çözüm üretemediği zamanlarda yaşadık. Diktatörler ve darbeler bu sistemin çıkmazlarının içinden türedi.
Başkanlık sistemi Türk toplumunun genlerinde var.Tarihe baktığımız zaman Anadolu coğrafyası ve bu coğrafya üzerinde devlet kuran Türk toplumu ve onun bileşenleri karakteristik olarak "kutlu" liderlerle yönetilmeye alışkındır. "Lider, doktrin, teşkilat" diye özetlenen devlet yapısı, milletimizce de kabul görmüş ve en başarılı süreçler bu anlayışla yaşanabilmiştir. Büyük işler büyük liderlerin öncülüğünde başarılabilmiştir. Anadolu'yu yurt haline getirip devletleştirmek, İstanbul'u feth etmek, Avrupa'ya hükmetmek ve işgal sonrası Milli Mücadeleyi başlatmak, Cumhuriyet Devrimini gerçekleştirmek efsane liderlerle başarılabilecek işlerdi ve öyle oldu. Bizim toplum olarak "güçlü liderlerle" üç beş kötü anımız varsa çok daha fazlasıyla güzel anılarımız vardır. Milletle güçlü lider arasındaki bağ ve uyum ne kadar derin olursa bu zaferler de o derece büyük ve kalıcı olacaktır. Endişeye mahâl yoktur. Egemen tek adamların mutlak monarşiye dayalı iktidarlarının en güçlü zamanlarında bile, iktidarın sahipleri kendi çevresinden kuşatılabilmiş, Anadolu'da isyan ve itiraz hiç eksik olmamıştır. Değil ki hukuğun bugünkü evrensel düzeyine ulaştığı, teknolojiyle birlikte yönetimlerin şeffaflaşmakta olduğu; saltanatların yıkıldığı bir çağda yeniden bir "padişahlık korkusu" boş bir yanılsamadan ibarettir.
Türkiye'nin acil ihtiyacı uyumlu, adil, güvenli ve güçlü bir refah yönetimine kavuşmaktır. Bugünlerde koalisyonlar tartışılıyor, koalisyonlar ne kendilerine ne de halka umut olabildiler. Biz bunları yaşayarak gördük. Koalisyonların gücü ülkenin kronik, yapısal sorunlarını çözmeye yetmedi, ortak bir strateji geliştiremediler, vesayet odaklarının, küresel dayatmaların karşısına çıkamadılar bilâkis kişisel, sınıfsal veya uluslararası telkinlere ve yönlendirmelere muhatap kaldıklarında kırılganlaştılar. Sistem çıkmaza girdiğinde sonunda olan yine vatandaşa oldu. Ya darbeyle karşılaşıldı ya da krizle.
Toplum olarak kaderimizi kendimiz yazmalıyız. Ezberlerimizi bir kenara koyalım. Önyargıların parçalanması ülkenin parçalanmasından daha kötü birşey değil.
ÖMÜR ÇAKMAK
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.