Beyti Atik'e, Kabe'ye, Mekke'ye , Tin suresinde 'Beled'il Emin' diye tarif edilen günahtan ve her türlü uhrevi musibetten korunma şehri olan emniyetli beldeye veda etme vakti gelip çattı.
Hani geçen hafta kuzey ve güney Kore hattında gerçekleşen 90 yaşında Koreli bir annenin 70 yaşındaki oğlu ile ayrılıklarının üzerinden 65 yıl geçtikten sonra toplam 12 saatlik buluşmasında duyduğu sevinç ne ise, ayrılırken içine çöken acı ne ise bize de olan buna benzer şeylerdi. Sevgiliyi bulmuş da kaybetmiş gibi olduk.
Rotamızı Allahüteala'nın 'habibim' dediği, DUHA suresinde, onu, asla terketmediğini, darılmadığını, onu yetim bulup barındırdığını, yolunu kaybetmiş bulup da doğru yola ilettiğini, ihtiyaç halinde bulup ihtiyaçlarını giderdiğini, yetimi ezmemesi ve isteyeni azarlamaması konusunda uyardığı, kainatın efendisi, üstün ahlakın timsali, insanların en üstünü peygamber efendimiz salllallahü aleyhi veselllem le buluşmak üzere Medine'ye çevirdik.
Medine'ye yaklaştığımızda Hac bakanlığının güzel bir sürprizi bizi bekliyordu. Dinlenme tesislerinde çağrı filminin Medine'ye hicret sahnesinden tanıdık olduğumuz, Resulullah'ı Medine'ye girişi esnasında deflerle karşılayan müminlerin, ona hitaben söyledikleri 'Tala'al Bedrü Aleyna' ezgileriyle bizi karşıladılar.
Üzerimize kokulu gül yaprakları saçtılar, çay, kahve ve hurma ikram ettiler. Eşimle dakikalarca ağladık, bizi ağlatan gördüğümüz ilgi ve konukseverlik değildi. Resulullah'ı bağırlarına basan Medineli ENSAR'ın Allah'ın Peygamberine yaşattığı duyguları, bizim de bir anlığına olsun yaşamamızdı.
Ona doğduğu toprakları dar eden müşrikler, resulullah ve Allah'ın dini için ne büyük fetihlere kapı araladıklarından habersizdi. Bize de sevinç gözyaşları döktüren de işte tam bu duyguydu.
Hac'dan bir hafta önce tevafuken tanıştığım Saudi Airlines İstanbul Müdürü kardeşimden dinlediğim çocukluk hatıralarında, Medine evlerinin genellikle giriş katlarının hac misafirlerini konuk etmek için kullanıldığını, diğer katlarda ise kendilerinin yaşadığını, dedesinin çocuklarına ve torunlarına sürekli olarak asla gelen misafire 'sen kimsin' 'neden buradasın', 'ne zaman gideceksin' şeklinde sorular sormamalarını, yedirip, içirip, yatırıp yolculamalarını tembihlediğini, çocukluk haliyle , evde gördüğü bir misafire bu tarz sorular sorduğunu işiten dedesinin onu yanına çağırıp, 'asıl sen kimsin?' 'ne hakla resulullah'ın misafirlerine bu soruları sormaya cesaret edersin' diye şiddetli azarladığını anlatmıştı.
Medine'nin ve Medinelilere yerleşmiş olan bu kültürün ,bizde de bulunduğunu müşahade etmekten büyük keyif aldım. Dünyada gelirine göre en fazla yardım yapan ülkelerden birisi olan Türk milleti, savaş mağduru Suriye, Irak ve Bulgar vatandaşı soydaşlarımızla, Boşnak kardeşlerimize kapılarını ardına kadar açarak, ayrıca Afrika ve uzak Asya 'da ki mazlum ve fakir müslümanlara cömertliğini ve yardımseverliğini her zaman göstermiştir.
Allah bu milleti İslam'ın İzzet ve Şeref'ini kıyamete kadar omuzlarında taşımaya memur kılsın inşaallah.
Yolu hamdedeler, salveleleler, zikir ve tesbihatlarla bitirerek şehre girdik
Şehre girince, tabii olarak şehre girme edebiyle de ünlenen Şair Nabî hatırımıza geliverdi.
Ne diyordu üstad;
Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu!
Nazargah-i ilahîdir, Makam-ı Mustafadır bu.
Mürâât-ı edep şartıyla gir Nabî bu dergaha,
Metâf-ı kudsiyadır, bûsegâh-ı enbiyadır bu.
Bundan 340 yıl önce 1678'de hac yolculuğunda Medine'ye giren şair takınmamız gereken 'EDEP' noktasında bize unutulmaz bir ders vermişti. Biz de bu edebi takınarak Resulullahın huzuruna çıkmaya gayret ettik.
Resulullah, onun biricik yoldaşı, sırdaşı ve arkadaşı , mağaradaki müşriklerin saldırısından La Tahzen' 'Korkma' ''Üçüncümüz Allah'tır' diyerek teskin ettiği Hz Ebubekir ra ve bir diğer İslam kahramanı, kendisini öldürmek üzere hamle yapan, ancak okunan Kuran-ı Kerim'i duyunca dizlerinin bağı çözülerek müslüman olan adaletin timsali, Kudüs Fatih'i Hz. Ömer ra ile yan yana yatmaktaydılar.
Müslümanlar derin bir saygı ile önlerinden geçerek bu üç kader arkadaşını selamlıyorlardı. Selam kapısının çıkışında, 300 metre ötede Cennet-ül Baki kabristanı davetkar bir duruşla dikkatimizi çekiyordu. Sahabeden Esad bin Zürare veya Osman bin Muiz'in kabristanın ilk misafiri olarak zikredildiği bu mezarlıkta, Halife Osman ra ,peygamber efendimizin hanımları, çocukları, Uhud ve Mekke şehitleri, binlerce sahabe, İmam Malik gibi pek çok kıymetli mümin yatmakta olup, rahmetli babacığım Ali Güzeldülger'de Hz Osman efendimize komşu olma şerefine yine böyle bir hac mevsiminde 1891 Ekim'inde kavuşmuştu. Bütün mezar ehline de selam vererek ve Fatiha-i Şerif göndererek ziyaretimizi tamamladık.
Resulullah'ın kabri deyince,
onun Medine yıllarını geçirdiği hane-i saadetinde, mübarek bedenini konuk eden istirahatgahını çevreleyen demir kafesi görünce bir başka üstad Mehmed Akif Ersoy ve onun Necid Çöllerinden Medine'ye isimli mükemmel şiiri gözümde canlanıverdi .
Parası olmadığı için hacca gidemeyen, ancak içi Resulullah sevgisiyle yanıp tutuşan Habeşli bir Allah dostunun yalınayak yola çıkışını ve güneşin yakıcı sıcağı altında Necid çöllerini geçişini ve Medine'ye varışını, Resullulaha kavuşacağım derken yorgun bedenini bu bahsettiğim demir kafese atışını ve orada ruhunu teslim edişini tasvir eden bu şiiri sizlerin beğenisine sunarak Hac yazılarımıza son veriyoruz
Selam ve Dua ile,
Yâ Nebî, şu hâlime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahranın;
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!
Harîm-i pâkine can atmak istedim durdum;
Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum.
"Tahammül et!" dediler… Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var!
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık, ne hânümân, ne ocak…
Yıkıldı hepsi… Ben aştım diyâr-ı Sûdân'ı,
Üç ay "Tihâme!" deyip çiğnedim beyabanı.
Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada;
Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdada:
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin;
Akar sular gibi çağlardı her tarafta sesin!
İrâdem olduğu gündür senin irâdene ram,
Bir ân için bana yollarda durmak oldu haram.
Bütün heyâkil-i hilkatle hasbıhâl ettim;
Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim!
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü…
Nücûma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azâb-ı hecrine katlandım elli üç senedir…
Sonunda alnıma çarpan bu zâlim örtü nedir?
Beş altı sineyi hicran içinde inleterek,
Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek?
Demir nikaabını kaldır mezâr-ı pâkinden;
Bu hasta ruhumu artık ayırma hâkinden!
Nedir o meş'ale? Nurun mu? Yâ Resûlallâh!…
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te Bozkır Haber'e abone olun.